HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 18 KASIM 2025, SALI

İptal Kültürü: Adalet mi, Linç mi?

25.06.2025 00:00
Günümüzde bir tweet, bir video ya da bir cümle… Yıllar önce söylenmiş olsa bile saniyeler içinde gündemde her an yer alabiliyor. Peki bu sosyal medya hesaplaşması gerçekten bir adalet arayışı mı, yoksa dijital çağın modern linci mi?

İnternetin sunduğu özgürlük alanı, bazen insanların boynuna ilmek gibi dolanabiliyor. Geçmişte söylenmiş bir görüş, düşünmeden yapılan bir paylaşım, belki de bilinçsizce atılmış bir yorum… Yıllar sonra yeniden şekilleniyor ve kişiyi toplum önünde sorgusuz sualsiz suçlayabiliyor. İşte tam bu noktada karşımıza "iptal kültürü" çıkıyor.

Bu kültür, çoğu zaman haklı tepkilerin sonucu olabiliyor. Cinsiyetçilik, ırkçılık, istismar gibi ciddi meselelerde toplumun sesini yükseltmesi elbette çok büyük bir önem arz ediyor. Ama bazen bu yükselen ses öyle bir çığlığa dönüşüyor ki, karşıdaki kişiyi dinlemek, anlamak ya da değişimine şans tanımak maalesef mümkün olamıyor.

İptal etmek mi, yüzleşmek mi?

Bir kişi hatalı bir davranış sergilediğinde onu hiçe saymak yerine, neden o hatayla yüzleşmesini istemiyoruz, kendini anlatabilmeye fırsat vermiyoruz? İnsanlar zamanla değişebilir, pişmanlık yaşayabilirler. Toplumsal bilinçlenme, birini "yok etmekten" değil, onu eğitmekten, geliştirmekten, anlayarak çözüm üretmekten geçmiyor mu?

Kim karar veriyor neyin "iptal" edileceğine?

Sosyal medya çoğu zaman mahkeme gibi işliyor ama hâkim kim? Herkesin bir anda "doğrucu, herşeye hakim" olduğu bu platformda, bazen duygular, bazen öfke, bazen de sürü psikolojisi karar veriyor. Gerçekten adalet sağlanıyor mu, yoksa linç kültürü yeni bir eğlence mi hâline geldi?

Bir örnek: Kevin Hart ve Oscar töreni

Amerikalı komedyen Kevin Hart, yıllar önce attığı bazı homofobik tweetler nedeniyle Oscar sunuculuğundan istifa etmek zorunda kalmıştı. Üstelik bu tweetler üzerinden özür dilemiş ve değiştiğini defalarca belirtmişti. Ama sosyal medya affetmedi. Bu olay, iptal kültürünün nasıl geri dönülmez kararlar doğurabildiğini gösteriyor. İnsanlara ikinci bir şans verilmediğinde, toplumsal ilerleme nasıl mümkün olabilir?

Peki ya biz bir gün iptal edilirsek?

Kendimize hiç sorduk mu: "Ben geçmişte yaptığım bir şey yüzünden toplum önünde tamamen silinmek ister miydim?" Birilerini kolayca yargılıyorken , bir gün o eleştirinin ucunda biz olursak ne hissederiz, hangi psikolojiye sahip oluruz? Empati kurmak, dijital çağda kaybettiğimiz en büyük değerlerden biri oldu belki de.

Daha adil bir dijital dil mümkün mü?

İptal kültürünün sınırları yeniden çizilmeli. Eleştiri elbette olmalı, ama linç değil. İnsanların hatalarını görmesi, özür dilemesi ve değişmesi için bir alan açılmalı. Aksi takdirde dijital adalet, gerçek adaleti gölgede bırakmaya devam edecek. Ve biz asla tanımadığımız seslerini bile belki hiç duymadığımız insanlar tarafından yargılanacak kendimizi hep suçlu hissedeceğiz.

İptal kültüründe en tehlikeli şeylerden biri de şu: birini tamamen "yok saymak". Bazen insanlar sadece yaptıklarıyla değil, kimlikleriyle hedef hâline geliyor. Yani artık yaptıkları değil, varlıkları sorun olarak görülüyor. Bu da toplumda kutuplaşmayı derinleştiriyor. İnsanlar, farklı düşünmeye cesaret edemiyor çünkü bir gün hedef tahtasına kendilerinin oturtulacağından korkuyor.

 
İlayda AKKOYUN / GENÇ BAKIŞ / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.