HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 18 KASIM 2025, SALI

Kelimelerle Kurduğum Hayat

18.06.2025 00:00
Her başlangıç güzel midir?

Aslında çok da güzel bir geçmişten gelmiyorum. Zaman zaman saatlerce ağladığım, kendime olan inancımı yitirdiğim, karanlıkla örülmüş uzun ve yorucu bir yoldan geçtim. Herkesin çocukluk anılarında bir sıcaklık, bir güven hissi olur derler ya… Benimkinde eksik kalan çok şey vardı. Dört dörtlük bir hayatım olmadı. Daha doğrusu, hiç gerçek anlamda bir aile hayatım olmadı.

Hayatta tek bir destekçim vardı: Annem. Her şeyim oydu. Bazen sessizce yanımda durdu, bazen bir bakışıyla bile ayağa kalkmamı sağladı. Ama yine de çoğu zaman, kendi ayaklarımın üzerinde durmak zorundaydım. Güçlü görünmek bir mecburiyet değil, benim için bir hayatta kalma şekliydi. Hayatımı kurtarmak zorundaydım.

İçimde fırtınalar koparken bunu kimseye anlatamıyordum. Sessizdim. Boğazım düğümlendiğinde, içimdeki gerçekleri konuşamadığımda yazmaya başladım. Çünkü bir tek satırlar beni gerçekten anlıyordu. Satırlar benim denizim oldu, duygularım ise o denizdeki dalgalar… Yazdıkça içimde ne varsa o satırlara aktı ve ben biraz daha hafifledim, biraz daha iyileştim.

Hayatımın gerçeklerini kimseye anlatamıyordum. İşte bu yüzden hep gerçekleri açığa çıkarmak istedim. Ve bir gün kendi kendime şöyle dedim:

 "Sen kendi gerçeklerini bile ortaya çıkaramıyorsun… Ama milyonlarca kadın seninle aynı duyguları yaşıyor. Belki sen onlara kol kanat olabilirsin." İşte bu düşünce içimde bir kıvılcım yaktı. Yalnız olmadığımı, sesimi duyurmanın sadece bana değil başkalarına da iyi geleceğini fark ettim.

Peki ya gazetecilik sadece bir meslek mi?

Tam da bu noktada gazetecilik mesleğiyle tanıştım. Yalnızca yazmak değil, susanların sesi olmak, karanlıkta kalan gerçekleri ortaya çıkarmak, topluma ayna tutmak fikri içimde yankılandı. Gazetecilik, yalnızca bir meslek değil; benim hayata karşı duruşum, sesim, kimliğim haline geldi.

Bu mesleği daha yakından tanımak ve içinde olmak istiyordum. Gazetecilik alanında eğitim veren liseleri araştırmaya başladım ve karşıma Yıldırım Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi çıktı. Sonra burada okumaya ve bu alanda eğitim almaya başladım. Tam dört yıldır bu okulda eğitim görüyorum. Artık lise hayatımın son zamanlarındayım. Acısıyla tatlısıyla geçen bu sürede gazetecilik alanına dair pek çok şeye tanık oldum.

Birçok insanla tanıştım, herkesten bir şeyler öğrenmeye çalıştım. Hayatımı daha da bilgili ve donanımlı bir hale getirmeye çabaladım. Hayatım oldukça yoğundu: dershane, okul, sınavlar, sorumluluklar… Ama hiçbirine yenilmeden, vazgeçmeden yoluma devam ettim.

Hayaller gerçekten gerçeğe dönüşür mü neden olmasın?

Az bir zaman önce, hayatıma yeni bir dokunuş daha eklendi. İrfan Aydın ile tanıştım. Ona hayallerimden bahsettim. O da, bu hayalleri gerçekleştirebilmem için bana bir el uzattı. Ve işte şimdi, onun uzattığı yoldan yürüyerek sizlere kendimden bahsediyorum.

Üzerimden ne geçerse geçsin, ne kadar başarısızlıkla karşılaşırsam karşılaşayım… Çok kısa bir sürede hayallerime kavuşuyorum.

Çünkü ben biliyorum ki:

"Bir kelime, bazen bir hayatı değiştirebilir."

 
İlayda AKKOYUN / GENÇ BAKIŞ / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.