HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 19 KASIM 2025, ÇARŞAMBA

FUTBOL SAHADA DEĞİL, MONİTÖR BAŞINDA OYNANIYOR

25.09.2025 00:00
Futbolumuzun en önemli sorunlarından biri olan hakem yönetimleri, daha ligin başında yine gündemin ilk sırasına oturdu. Henüz takımlar yeni yeni form tutarken, taraftarların heyecanla beklediği karşılaşmaların hakem kararlarıyla gölgelenmesi, futbolun sahadaki güzelliğini gölgede bırakıyor. Özellikle bu sezon başında yaşanan hatalı kararlar, VAR uygulamasının tartışmalı yorumları ve sahadaki otorite zafiyetleri spor kamuoyunu çileden çıkarmış durumda.

Fenerbahçe ile Trabzonspor arasında oynanan karşılaşma ise adeta rezaletin son perdesi oldu. Saha içindeki mücadelenin önüne geçen hakem hataları, maçın sonucundan çok kararların konuşulmasına neden oldu. Futbolseverler, yıllardır bu tür tartışmalardan bıkmış durumda. Oyunun hızını ve kalitesini artırması beklenen VAR sistemi, tam tersine güven sarsıcı bir araç haline geldi. Doğru uygulanmadığında futbolun ruhunu öldüren bu sistem, taraftarların adalet duygusunu zedeledi.

Fenerbahçe-Trabzonspor maçında yaşananlar, bordo-mavili camianın sabrını taşıran bir noktaya geldi. Daha karşılaşmanın başında Onuachu'nun attığı tertemiz golün VAR kararıyla iptal edilmesi, adeta Trabzonspor'un hakkının gasp edilmesi anlamına geliyordu. Olaigbe'nin yaptığı ortaya kusursuz bir kafa vuruşu yapan Onuachu'nun golü, hiçbir şekilde faul niteliği taşımayan basit bir temas yüzünden geçersiz sayıldı. Bu karar, sadece Trabzonspor'un değil, Türk futbolunun adaletine vurulmuş ağır bir darbe olarak görüldü. Bordo-mavili taraftarlar, rakibin savunmacısının en ufak bir teması abartılı şekilde yere yatarak avantaja çevirdiğini, hakemin ve VAR'ın ise buna çanak tuttuğunu dile getirerek büyük tepki gösterdi. O gol iptal edilmeseydi, Trabzonspor maça damgasını vuracak ve oyunun kontrolünü tamamen eline alacaktı.

Bir diğer rezalet de Okay Yokuşlu'nun gördüğü kırmızı karttı. Pozisyonu sahada doğru değerlendiren hakem, sarı kartı çıkarmışken VAR devreye girip durumu değiştirdi ve Trabzonspor'u daha maçın başında 10 kişi bıraktı. Bu karar, Trabzonspor cephesinde "adaletsizliğin tescili" olarak yorumlandı. Müdahalenin sertlik sınırında olduğu kabul edilse de, futbolun doğasında olan bu mücadeleye direkt kırmızı kart verilmesi kabul edilemezdi. VAR'ın hakemin kararını hiçe sayıp maça doğrudan müdahale etmesi, bordo-mavili camiaya göre Türk futbolunda kimin söz sahibi olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Bu kararlarla birlikte sahada futbol değil, masa başında kurgulanan bir senaryo oynandı. Trabzonspor camiası, yıllardır devam eden bu adaletsizliklere karşı daha yüksek sesle isyan ediyor. Çünkü yaşananlar sadece bir maçın değil, bir kulübün emeğinin, taraftarının umudunun gasp edilmesidir.

Burada iş sadece hakemlerin anlık hatalarıyla sınırlı değil. Futbol Federasyonu'nun yönetim anlayışı, hakem atamalarındaki şeffaflık eksikliği ve sürekli değişen talimatlar da işin içine girince, sistemin kökten sorunlu olduğu ortaya çıkıyor. Örneğin, Fenerbahçe'nin Antalyaspor ile oynayacağı ve ertelenen maçta yaşananlar da bu tablonun bir parçasıydı. İlahi adalet dedikleri şey bazen sahada kendi yolunu buluyor. Taraftarın gözünde VAR hakemleri, sahadaki düdükten daha çok maçın kaderini belirler hale geldi. Bu durum da futbolun adalet duygusunu yerle bir ediyor.

Futbolu seven milyonlarca insan, adil bir oyun izlemek istiyor. Her hafta başka bir takımın kaderi hatalı düdüklerle değişirken, "Bu hatalar neden sürekli büyük takımların lehine ya da aleyhine oluyor?" sorusu kafalarda yankılanıyor. Hakemlerin saha içindeki otorite kaybı, VAR hakemlerinin masa başında maçı yöneten figürlere dönüşmesi kabul edilebilir bir durum değil. Futbol, sahada oynanmalı; masa başında şekillendirilmemeli.

Çözüm için sadece bireysel hataları konuşmak yeterli değil. Hakem eğitim sisteminin baştan sona gözden geçirilmesi, VAR protokollerinin netleştirilmesi ve futbol kamuoyunun güvenini yeniden tesis edecek şeffaf adımların atılması gerekiyor. Hakem camiası üzerinde oluşan baskı, onları hata yapmaya daha açık hale getiriyor. Bir düdüğün ya da bir monitör başındaki yorumun milyonların emeğini ve kulüplerin milyonlarca lirasını etkilemesi kabul edilemez.

Taraftarın artık görmek istediği şey adil yönetimlerdir. Futbol Federasyonu, hakemleri koruma kalkanına almak yerine, onlara güven duygusunu yeniden kazandıracak bir sistem kurmalıdır. Hakemlerin de, "yanlış yaptım ama arkamda güçlü bir yapı var" rehavetinden kurtulup sahada cesur ve adil olmaları elzemdir. Çünkü futbolun güzelliği, sahadaki oyunda; masa başındaki karar oyunlarında değil.

Fenerbahçe-Trabzonspor maçı bir milat olmalıdır. Bu maçla birlikte yaşanan hakem tartışmaları, Türk futbolunun içinde bulunduğu açmazı net bir şekilde ortaya koydu. Eğer gerekli önlemler alınmazsa, bu sezonun geri kalanında da futbolun değil, hakemlerin konuşulduğu bir tabloyla karşılaşacağız. Futbolseverlerin tek beklentisi, adaletin yeşil sahada hüküm sürmesidir.

Tüm bu yaşananların ardından ortaya çıkan tablo, sadece bir maçın öyküsünden ibaret değil. Trabzonspor camiasının tepkisi, aslında Türk futbolunun yıllardır kangren haline gelmiş hakem ve VAR sorununa karşı bir çığlık. Bordo-mavililer için mesele yalnızca iptal edilen bir gol ya da haksız yere gösterilen bir kırmızı kart değil; mesele emeğe, adalete ve futbola duyulan saygının hiçe sayılmasıdır. Taraftarın istediği tek şey, sahada alın teriyle, mücadelesiyle, futbol aklıyla kazanılan sonuçların masa başındaki müdahalelerle gölgelenmemesidir. Bugün Trabzonspor'un canını yakan bu adaletsizlik, yarın başka bir kulübün kaderini belirleyebilir. Bu yüzden çağrı sadece Trabzonspor için değil, Türk futbolunun geleceği içindir. Eğer adalet duygusu sahalara geri dönmezse, kazanan hiçbir zaman futbol olmayacak. Kazanan masa başındaki karanlık düzen, kaybeden ise milyonların tutkusu olacaktır.

 
Yüksel AKBAYRAK / TERS KÖŞE / diğer yazıları
•Son Başbuğ’un Türklük Vurgusu ve 10 Kasım’ın Anlamı 10 00:00:00.11.2025
•Milli Ekonominin Temeli Tarımdır 05 00:00:00.11.2025
•CUMHURİYET, dik durmanın, adam olmanın adıdır! 29 00:00:00.10.2025
• “İtin Havlamasıyla Çınar Sallanmaz” 22 00:00:00.10.2025
•Orhangazi’de Siyaset: Menfaat mi, Memleket mi? 14 00:00:00.10.2025
•Velhasıl Bursa Sudan Değil, Susuzluktan İbarettir... 07 00:00:00.10.2025
•Hangi Gençlik? Hangi Ekonomi? Hangi Eğitim? 02 00:00:00.10.2025
•FUTBOL SAHADA DEĞİL, MONİTÖR BAŞINDA OYNANIYOR 25 00:00:00.09.2025
•Gaziler Günü’nün Gerçek Manası Üzerine 19 00:00:00.09.2025
•Halkın Gerçek Gündemi Nerede? 17 00:00:00.09.2025
•Bağımsızlık Bir Kimliktir 10 00:00:00.09.2025
•Boş Tencere Siyaseti Yıkar 03 00:00:00.09.2025
• Ağustos Türklüğün Zaferlerle Yoğrulmuş Ayı 29 00:00:00.08.2025
•ORHANGAZİ’DE SPORUN ÇÖKÜŞÜ: 20 00:00:00.08.2025
•Orhangazi: Kaybolan Potansiyelin Hikâyesi 12 00:00:00.08.2025
•Depremi unutan geleceğini gömer! 05 00:00:00.08.2025
•İklim Kanunu Sonrası Orman Yangınları ve Doğa Katliamları: Ülkemizin Vahim Tablosu ve Yasal Mücadeledeki Eksikler 29 00:00:00.07.2025
•Kağan Usta’dan Gençliğe Yatırım, Bekir Aydın’dan Ücretli Tesis! 24 00:00:00.07.2025
•Bir Ahırın Sessizliği 15 00:00:00.07.2025
•“Zulme Boyun Eğmeyenlerin Efendisi: Hz. Hüseyin” 05 00:00:00.07.2025
•Hücrede Doğan Siyasi Cazibe: Ümit Özdağ ve Yeni Neslin Sessiz Haykırışı 02 00:00:00.07.2025
•150 GÜNÜN ARDINDAN ORHANGAZİ 25 00:00:00.06.2025
•“Hedef Türkiye” Gerçeği: Bir Uyarının Gölgesinde 20 Yıl 18 00:00:00.06.2025
•Ekonomik Gerçekler ve Çözüm Arayışları 11 00:00:00.06.2025
•İznik’te Sessiz Ama Derin Bir Değişim 29 00:00:00.05.2025
•ADD Aile Şirketi Değildir, Egoların Gölgesi Hiç Değildir ADD: Açılımı Artık “Aile Dostları Derneği” mi? 21 00:00:00.05.2025
•19 Mayıs bir uyanış, bir itiraz, bir meydan okumadır 18 00:00:00.05.2025
•Sadabat Paktı Krizler İçinde Doğunun Ortak Aklı 13 00:00:00.05.2025
•"Sadece Bir Kişiye Değil, Bir Duruşa Saldırıdır Bu" 05 00:00:00.05.2025
•Hayalden Hakikate 22 00:00:00.04.2025
•TÜRKİYE İÇİN KRİTİK BİR DÖNEMEÇ İKLİM YASASI VE DEVLETİN STRATEJİK KARARLARI 16 00:00:00.04.2025
•Sosyal Devlet, Milli Devlet ve Atatürkçü Duruşun Mirasçısı 14 00:00:00.04.2025
•En yüce değer ADALET 09 00:00:00.04.2025
•İklim Kanunu’na Karşı Çıkmalıyız! 26 00:00:00.03.2025
•OĞUZ TÖRESİ VE ÇANAKKALE - ATATÜRK'SÜZ ZAFER OLMAZ! 18 00:00:00.03.2025
•Bir Milletin Ruhunu Yaşatan Tarihler 12 Mart ve 14 Mart 12 00:00:00.03.2025
•Oğuz Kağan'dan Atatürk'e Uzanan Kutsal Miras Türk Kadını 07 00:00:00.03.2025
•Güçlü Türkiye için: İklim yasasına hayır! 04 00:00:00.03.2025
•AYNI SENARYO, AYNI FİGÜRANLAR 24 00:00:00.01.2024
•CHP ORHANGAZİ’DE NEREYE KOŞUYOR? 12 00:00:00.01.2024
•HAKSIZLIKLARA ve BASKILARA RAĞMEN... 03 00:00:00.01.2024
•CHP’DE AKIL TUTULMASI MI YAŞANIYOR? 27 00:00:00.12.2023
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.