HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 19 KASIM 2025, ÇARŞAMBA

KALDIRIM KAHVEHANESİ ORHANGAZİ

12.08.2025 00:00
‎Ara sıra sabahları küçük kızım İnci ile Orhangazi sokaklarında bebek arabasıyla yürüyüşe çıkıyorum. Ancak, belediye çevresindeki kaldırımlar adeta işgal altında; bu yürüyüşler ne yazık ki huzur dolu bir sabah turundan çok sabır ve tahammül sınavına dönüşüyor.

‎Kaldırımlar, şehrin en temel yaşam alanları olmasına rağmen, özellikle belediye çevresinde kasa yığınları, motorlar, masa ve sandalyeler yüzünden geçilmez hale gelmiş durumda. Bebek arabası itmek neredeyse kahramanlık isterken, bozuk taşlar ve kırık betonlar da bu eziyeti katlıyor.

‎Ve sadece biz değiliz mağdur olanlar. Engelli vatandaşlarımız tekerlekli sandalyeleriyle, yaşlılarımız bastonlarıyla bu işgal ve bozuk kaldırımlar nedeniyle sokaklarda adeta kayboluyor. Onlar için kent, sadece yürümek değil; yaşamakta zorlandıkları bir labirente dönüşmüş durumda.

‎Orhangazi, tarih ve doğa güzellikleriyle övünürken; belediye çevresindeki kaldırım işgalleri ve bakımsızlığı karşısında bu güzelliklerin bir anlamı kalmıyor. Yetkililer nerede? Bu işgallerin önüne geçmek, kaldırımları yürünebilir hale getirmek neden bu kadar zor?

‎Bir baba olarak, İnci'nin ileride hem güvenle yürüyebileceği sokaklar, hemde annelerin korkmadan bebek arabası ile gezebileceği sokaklar istiyorum. Sadece kızım için değil, engelli vatandaşlarımız, yaşlılarımız ve hepimiz için… Ortak yaşam alanlarımıza bu denli saygısızlık uzun zamandır görmezden gelinmemeli.

‎Orhangazi Belediyesi'nin çevresinde artan kaldırım işgali, hepimizin yaşam kalitesini düşürüyor. Komik olacak ama iddiam şudur; Belediyenin 50 metre çevresinde tüm kaldırımı kapatan esnaflar bile görüyorum. Bu kişilerin yaptığı hem diğer esnaflara, hemde vatandaşlara büyük haksızlık diye düşünüyorum.

‎Bazen aracım ile giderken yolun ortasından bebek arabası ile ilerleyen bir anne görüyorum. İlk seferde kızıyorum fakat sonra bir bakıyorum, kaldırımlar kahvehane olmuş. Nasıl geçecek bu insan buradan?  Sizlere soruyorum eşinizin ya da annenizin 20-30 erkekli kaldırımdan geçmesi içinize siniyor mu? Zaten geçemiyor ama geçsede hoş mu olacak.

‎Bu konuda çözüm çok net olmalı. Mümkümse en az 6 ay hergün uygulama yapılıp, zabıta ekipleri toplama yapmalı. Senede 1 gün Başkan yardımcısı ile çıkıp 2-3 duba toplama ile olmaz bu işler. Belediye ekiplerinin bu konuya ivedilikle ile el atması gerekiyor.

‎Kızım İnci ile çıktığımız sabah yürüyüşlerinin engelsiz ve huzurlu olur umuduyla…

 
Emin ÇİFTÇİ / ANALİZ / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.