HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 19 KASIM 2025, ÇARŞAMBA

TOPRAĞIN ÇOCUKLARI

25.06.2025 00:00
‎Normalde Orhangazi'miz, tarım ve hayvancılık sektörleriyle güçlü bir izlenim vermektedir. Fakat Orhangazi de yaşayan herkes bilir ki son yıllarda düşük verimlilik, eğitim eksiklikleri ve pazarlama sorunları, bu sektörlerin sürdürülebilirliğini tehdit etmektedir. Bu vesile ile İlçemizin tarım konusundaki eksikleri, yapılması gerekenler ve son yıllardaki üretim verileri hakkında bizleri bilgilendiren Ziraat Odası Yönetim Kurulu Başkanı Dinçer Dimrit ve Meclis Başkanı Erhan Gedik beylere ziyaretimizi kabul ettikleri için teşekkürü borç biliriz. Zira hepimizin hayali olan bir telefon kadar uzakta olan başkan hayalini sağolsun başkanımız yaşatıyor. Sohbet süremiz boyunca bile sayamadığımız Çiftçi'nin sorununu bazen telefon görüşerek bazen ise yüzyüze görüşerek çözdü. Yolunuz ne zaman düşerse sıcak çayı ve sohbetini sizlerden esirgemeyecektir diyerek konumuz geçiyoruz;

‎Nedir Bu Karşılaşılan Temel Sorunlarımız:

‎Orhangazi'de tarım büyük ölçüde küçük ölçekli işletmeler tarafından yapılmaktadır. Bu nedenle Modern hayvancılık ve tarım tekniklerine erişim eksikliği, düşük maliyetli finansman olanakları ve yetersiz pazarlama altyapısı, üreticilerin verimliliğini sınırlamaktadır. Ayrıca, devlet desteklerinin yetersizliği, çiftçilerin ekonomik olarak zorlanmasına yol açmaktadır.

‎Orhangazimizde senelik 70.000 ton zeytin, 250 ton gümüş balığı, 7500 adet büyükbaş hayvan, 11.000 adet küçük baş hayvan, 500 adet arı kovanı ve 44 arıcı, 200.000 adet tavuk, 9.000 ton patlıcan, 8.000 ton kırmızı lahana, 6.000 ton fasulye gibi tarım ve hayvancılık ürünleri başı çekmektedir.

‎Peki ne kadar alanda bunu yapıyoruz. Orhangazi toplamının neredeyse 3'te 1'i olan tarım alanlarımız için verimlilik yeterli mi?  Hayvancılık için mera alanı neredeyse bulunmazken, mezbahane için neden bir alan oluşturulup siteril kesimler gerçekleştirilmemektedir? 

‎Düşünsenize hemen yanı başımızda İstanbul. Yani 20 milyon potansiyel müşteri. Yaklaşık 100 bin nüfuslu Orhangazimizin 200-250 katı bir nüfus müşterisi. Bursa ve ilçelerini bile bu hesaba katmadığımızda çok ciddi bir müşteri potansiyeli var. Fakat malesef değerlendiremiyoruz.

‎Sadece Büyük baş hayvan olarak bir hesap yapalım. 20 milyon müşterinin 2 milyonunu İstanbul dışında kurban ibadetini gerçekleştireceğini düşünelim. Bu 2 milyon kişinin 5 aile ferdi olsa totalde 400.000 hayvana ihtiyaç duyulacaktır. Bu rakam Orhangazimizin ürettiği hayvan sayısının neredeyse 50 katı. Bu hesabı diğer tarım ürünleri ve aklınıza gelebilecek her üründe düşünün. Yetişemeyiz değil mi? Tam aksine aslında yetişiriz. Nasıl mı? Çözüm önerilerimiz aşağıda. Hemde uzun vadeli değil. Uzun vadede neler neler yapılırda. Hadi biz kısa vadeli düşünelim;

‎Çözüm Önerileri:

‎1. İvedilik ile Modern Mezbahane yapımı ve küçük işletmelerin kooperatifler aracılığıyla birleşmesi, bu yöntem pazarlama gücünü artıracak ve maliyetleri düşürecektir.

‎2.Çiftçilerin modern tarım ve hayvancılık yöntemleri hakkında eğitilmesi, haftada minimum 1 gün bu eğitimlere çiftçi ve hayvancılara katılım gönüllülüğünün başlatılması. Gönüllülük derken katılana teşvik kolaylıklarının getirilmesi.

‎3. Ürün kalitesi ve pazarlama stratejileri için belediyemizde profesyonel ekip kurulması. Markalaşma çalışmaları Orhangazi'nin ürünlerini daha geniş pazarlara tanıtacaktır.

‎4. Tarımda ve Hayvancılıkta tarım makineleri, dijital tarım platformların ve otomasyon sistemlerinin yaygınlaştırılması, bu yatırımlar için hem yönlendirme hemde köprü bağlamında belediyemizin finans ve bağlantılarının etkin kullanılması gerekmektedir.

‎5. Mera sayılarının arttırılması, sulamanın İznik gölümüze zarar verecek şekilde değil, Gürle dağımız başta olmak üzere çeşitli şu kaynakları ile desteklenmesi konusunda Buski ile ortak çalışmaların başlatılması gerekmektedir.

‎Sonuç ve Beklenen Katkılar:

‎Orhangazi'de yapılacak stratejik reformlarla tarım ve hayvancılık sektörü sürdürülebilir bir kalkınma yoluna girebilir. Toprağımızda yetişen fakat yeterli üretilmeyen domates, marul, bal kabağı, karpuz, kavun, şeftali, bezelye, kivi, ahududu, hurma, çeltik gibi bir çok ürün için henüz betona bulaşmamış ovamız çok daha verimli kullanılabilir. Ben ovamızı gezerken emekçi tecrübeli çiftçimizde her ne kadar yılların yorgunluğunu görsemde, yeni yetişen genç çiftçileri görmek beni çok umutlandırıyor. Bu toprağın çocuklarını tarıma küstürmemek bence en büyük yatırım olacaktır.

 
Emin ÇİFTÇİ / ANALİZ / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.