HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 19 KASIM 2025, ÇARŞAMBA

YEŞİL MASADA PETROL VAR

18.06.2025 00:00
Bu hafta, şehrimizin en değerli üretim ürünü olan zeytinle başlamak istedim. Evet, nedir bu petrol? Hatta petrolden daha değerli olan ürünümüz nedir? 1 litre petrol türevi yakıt henüz 50 TL bandındayken, litresi 400 TL olan ve değeri hâlâ tam olarak anlaşılamamış bu ürünümüze neden hak ettiği önemi veremiyoruz?

İspanya, dünya zeytin ihracatında %36,7 ile birinci sıradayken; Türkiye, %5,2 ile beşinci sırada yer almaktadır. Küresel zeytin ihracatında ilk beş ülke, toplam ihracatın yaklaşık %77,2'sini gerçekleştirmektedir.

Zeytinyağı ihracatında da benzer bir tablo var. İspanya, dünya zeytinyağı ihracatının %43,2'sini tek başına yaparken; Türkiye sadece %2,9'unu gerçekleştirmektedir. Küresel zeytinyağı ihracatında ilk beş ülke, toplam ihracatın yaklaşık %89,1'ini oluşturmaktadır.

Peki Orhangazi bunun neresinde?

Orhangazi'de yıllık yaklaşık 70 bin ton zeytin hasadı yapılmaktadır. Dünya genelinde yıllık 14 milyon ton zeytin üretildiği düşünüldüğünde, Orhangazi bu üretimin binde 5'ini karşılamaktadır. Bu oran oldukça yüksek bir rakamdır. Ancak Orhangazi'nin potansiyelinin hâlâ altında olduğunu söylemek gerekir.


Zeytinyağı üretiminde ise Orhangazi, yıllık yaklaşık 5 bin ton üretim yapmaktadır. Yani toplanan zeytinlerin yaklaşık yarısı yağlık olarak ayrılmaktadır. Ancak burada dikkat çeken önemli bir sorun kalite konusudur. Dünya genelinde yılda yaklaşık 3 milyon ton zeytinyağı üretilirken, Orhangazi 5 bin ton ile bu miktarın yaklaşık binde 6'sını karşılamaktadır.

Daha fazla rakamla aklınızı karıştırmak istemem. Ancak zeytin konusuna değinmişken, zeytin fidanı konusuna da temas etmemek olmaz. Zeytin ve zeytinyağı üretiminde verimsiz de olsa bir düzen varken, zeytin fidanı konusunda üreticilerimiz hem fiyat hem de üretim açısından maalesef parçalanmış durumda. Çiftçilerimiz bir yandan yeni tarım tekniklerine yabancı, diğer yandan da dışarıdan gelen büyük tüccarlar tarafından fiyat açısından ezilmektedir. Asıl değinmek istediğim nokta da tam olarak budur.

Peki sonuç ve öneri?

Malum, belediyemizde bolca AK Masa bulunmaktadır. Hatta bir de Zeytin Kafe'miz var. Bunlar güzel şeyler. Ama bir de belediyemizde "Yeşil Masa" olsa güzel olmaz mı? Ülkemizdeki 921 ilçe belediyesi ve 81 il belediyesi ile iletişime geçilerek zeytinimiz, zeytinyağımız ve fidanımız hakkında pazarlama faaliyetleri yürütülse güzel olmaz mı?


Dünyada henüz zeytin ve zeytinyağı ile tanışmamış ülkelere bu ürünler tanıtılsa, çiftçimiz tarım marketlerin kucağında ilaç bağımlısı yapılmak yerine tarımsal faaliyetler konusunda bilinçlendirilse, seminerler düzenlense... Ve büyük tüccarlar fidancılarımızı ezerken, "Bu konuda tek muhatap Yeşil Masa'dır" denilse. Tek elden satış yapılarak tüm çiftçilerden doğrusal payla ürün alımı gerçekleşse, bundan herkes faydalanmaz mı?

Tüm bunları yaparsak neler olur bir bilseniz… Ama yok, "Biz birkaç büyük üreticinin memnuniyetini bozamayız, bu işler bize göre değil" diyorsanız… Ben buraya not alıyorum. Elbet bir gün bunları yapacak birileri çıkacaktır. Bu sorumluluğu yalnızca kooperatiflere bırakmakla tüm yükümlülükten kaçamayız, kaçmamalıyız!

Bir sözüm de yaban mersini üreticilerine…

Bu konuya daha sonra daha detaylı değineceğim. Malumunuz, artık mermercilerimiz, müteahhitlerimiz ve petrol ofisi sahiplerimiz birden yaban mersini işine ciddi yatırımlar yaparak yöneldiler. Yanlış mı? Asla değil! Ancak bu bahçeleri gezme imkânım olduğunda gördüm ki, bazı üreticiler bu işi severek ve ciddiyetle yaparken, bazıları ise sadece verilen hibe ve düşük faizli kredi fırsatları için elinin ucuyla tutmakta. Sonuçta da brix oranı çok düşük, kalitesiz yaban mersinleri ortaya çıkmakta. Bu durum beni oldukça üzdü.


Umarım bir an önce Orhangazi'ye borçlu olduklarını hatırlarlar da, yaban mersini konusunda da ilçemizi istenilen seviyelere ulaştırırlar.

Ve son olarak unutmayalım:

ZEYTİNYAĞI PETROLDEN 10 KAT PAHALIDIR.

PETROL HER SENE AZALIR VE BİTER,

ZEYTİNYAĞI HER SENE ARTAR VE GÜÇLENİR.

KIYMETİNİ BİLELİM.


 
Emin ÇİFTÇİ / ANALİZ / diğer yazıları
Yorumlar
Mehmet gökkan
Tebrik ediyorum sizi emin Bey bu konuları farklı mecralarda platformlarda da paylaşmak gerekli
Mehmet gökkan
Tebrik ediyorum sizi emin Bey bu konuları farklı mecralarda platformlarda da paylaşmak gerekli
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.