HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 19 KASIM 2025, ÇARŞAMBA

Yerel Yönetimler ve Yönetim Kalitesinde Derin Açık

19.11.2025 00:00
Türkiye'nin dört bir yanında belediyeler, vatandaşın hayatına en doğrudan dokunan kurumların başında gelir. Sokak lambasından altyapıya, imar kararlarından sosyal belediyeciliğe, kültürel etkinliklerden çevre düzenine kadar her alanda yerel yönetimlerin kalitesi, aslında bir kentin kaderini belirler. Ne var ki son yıllarda giderek belirginleşen bir gerçek var: Yerel yönetimlerde ciddi bir yönetim açığı, hatta giderek derinleşen bir kalite krizi yaşanıyor. Bu kriz yalnızca bir belediyenin değil, sistemin tamamının üstüne çöken bir ağırlık haline geldi.

Kâğıt üzerinde her belediyenin bir stratejik planı, bir vizyon belgesi, bir bütçesi, bir denetim mekanizması var. Fakat pratikte çoğunda bu belgeler ya raf süsü olarak kalıyor ya da günü kurtarma zorunluluğunun bir parçasına dönüşüyor. Yönetim kalitesindeki açık da tam burada ortaya çıkıyor: Plan yoksa kaynak israfı, liyakat yoksa kurumsal çürümüşlük, denetim yoksa yolsuzluk ve keyfilik kaçınılmaz hale geliyor. Yerel yönetimlerde yaşanan sorunların çoğu, aslında bu üç temel başlığın doğrudan sonucudur.

Bugün birçok belediyede makam araçlarının nerede ve nasıl kullanıldığı tartışma konusu. Personelin işe alım süreçleri torpilden arındırılamıyor, belediye şirketleri kontrolsüz bir güç alanına dönüşüyor, ihalelerin şeffaflığı ise toplumda ciddi bir güven kaybına neden oluyor. Belediye başkanlarının ve yöneticilerin sorumluluk bilinci ve kamu ahlakı konusundaki tutumları, yerel yönetim kalitesini belirleyen en kritik unsur haline geliyor. Kamu kaynaklarının kişisel konfora dönüşmesi ya da belediyenin bir siyasi grubun çiftliği gibi yönetilmesi artık vatandaş nezdinde sıradan kabul edilen bir sorun olmaya başladı. İşte yönetim kalitesindeki en tehlikeli açık da tam budur: Sıradanlaşan yozlaşma.

Bu derin açık yalnızca mali disiplinle, teknik denetimlerle ya da hukuki süreçlerle kapanmaz. Çünkü sorun zihniyettedir. Belediyeyi yönetmek, bir bütçeyi harcamaktan ibaret değildir; güven tesis etmek, adaleti sağlamak, kamuya ait olanı korumak, toplumun her kesimini temsil etmek ve herkese eşit mesafede durmayı gerektirir. Yönetim kalitesini belirleyen şey; yöneticilerin makamı güç ve imtiyaz alanı değil, millet adına bir emanet olarak görüp görmemesidir. Bir yöneticinin kalitesi, attığı imzanın vicdani ağırlığını hissedip hissetmediğinde saklıdır.

Yerel yönetimler aynı zamanda toplumun aynasıdır. Bir ilçede çarpık kentleşme varsa bu yalnızca imarın değil, zihniyetin çarpıklığıdır. Bir belediye binasında disiplinsizlik hâkimse bu yalnızca idari zaaf değildir, yönetim iradesinin zayıflığıdır. Bir belediyede yolsuzluk varsa bu sadece hukuki değil, ahlaki bir çöküştür. Halk, belediyeyi kapısından içeri giren herkesin eşit muamele gördüğü bir adalet kapısı olarak görmek ister. Bugün yaşanan açık, işte o adalet duygusunun zedelenmesidir.

Türkiye'nin yerel yönetim sorunları çözümsüz değildir; fakat çözüm cesaret ister. Cesaret, yanlışla mücadele etmeyi, liyakatı öne çıkarmayı, şeffaflığı bir tercih değil zorunluluk haline getirmeyi gerektirir. Çözüm, yönetim kalitesini kişilere bağlı olmaktan çıkarıp kurumsallaşmaya dayandırmaktır. Açık, şeffaf, hesap verebilir, denetlenebilir ve vatandaşın katılımına açık bir yönetim modeli, bu ülkenin her belediyesinde uygulanabilir. Yeter ki siyasi kaygılar, kişisel hesaplar ve dar grup çıkarları bir kenara bırakılabilsin.

Bugün Türkiye'de birçok belediye, halka hizmet etmek yerine iç kavgalarla, rant hesaplarıyla, yanlış kadrolaşmalarla, disiplinsiz yönetimlerle uğraşıyor. Oysa bu ülkenin insanı daha iyisini hak ediyor. Yönetim kalitesi arttıkça yaşam kalitesi artar; yönetim zaafları büyüdükçe milletin yükü ağırlaşır. Bu nedenle yerel yönetimlerdeki derin açığı kapatmanın yolu, güveni yeniden tesis etmekten, adaleti yeniden ayağa kaldırmaktan ve belediyeciliğin özüne dönmekten geçiyor. Çünkü bir şehir ancak adaletle, liyakatle ve sağlam bir yönetim vizyonuyla nefes alır. Aksi halde yapılan her yatırım, harcanan her para, düzenlenen her proje, temeli çürük bir binanın duvarını boyamaktan öteye gidemez.

 
Enbiya Bakır / 'ZAFER' e Doğru / diğer yazıları
•Yerel Yönetimler ve Yönetim Kalitesinde Derin Açık 19 00:00:00.11.2025
•10 Kasım Bir Milletin Hafızasında Ölümsüzleşen Lider 10 00:00:00.11.2025
•TARIMDA AZALAN GENÇ NÜFUS: TOPRAĞIN GELECEĞİ TEHLİKEDE 05 00:00:00.11.2025
•Atatürk’ün Gençliğe Emanet Ettiği Sonsuz Işık 29 00:00:00.10.2025
•Kinin, İhmalin ve Sessizliğin Hikâyesinde Orhangazi 22 00:00:00.10.2025
•ORHANGAZİ’DE UMUT ARAYAN BİR NESİL 14 00:00:00.10.2025
•Yöneten Yok, Sorumlu Yok: Orhangazi Sahipsiz!.. 07 00:00:00.10.2025
•HANGİ TARIM POLİTKALARI? 02 00:00:00.10.2025
•ORHANGAZİ’NİN GELECEĞİ İPOTEK ALTINDA 25 00:00:00.09.2025
•Orhangazi’nin Kurtuluşunda Tarih, Vefa ve Eksiklikler 17 00:00:00.09.2025
•Refik Atay ve Derviş Tarakçıoğlu 10 00:00:00.09.2025
•Gençlik Umudun ve Çıkmazların Kesişiminde 03 00:00:00.09.2025
•Bir Milletin Varoluş Destanı 30 Ağustos 29 00:00:00.08.2025
•Depreme Hazırlıksız Orhangazi 20 00:00:00.08.2025
•Yeniköy Sahası Çürürken Kim Seyirci, Kim Sorumlu? 12 00:00:00.08.2025
•Bursa Mitinginde Milli Duruşun Fotoğrafı 05 00:00:00.08.2025
•Orman Yangınları ve Sınıfta Kalan Orman Bakanı 29 00:00:00.07.2025
•Bekir Aydın! Hani sporcunun dostu idin? 24 00:00:00.07.2025
•GENÇLERİN SESSİZ ÇIĞLIĞI: ORHANGAZİ’DE SOSYAL YAŞAM NEREDE? 15 00:00:00.07.2025
•Kerbela ve Hz. Hüseyin’den Öğrendiğim İlk Hakikat 05 00:00:00.07.2025
•GÖZÜMÜZÜN ÖNÜNDE UNUTULAN BİR TARİH ILIPINAR HÖYÜĞÜ 02 00:00:00.07.2025
•Yaşamın Kökü mü, Kârın Dibi mi? 25 00:00:00.06.2025
•Yönetilemeyen İlçe Orhangazi 18 00:00:00.06.2025
•Çocukların Gözlerinde Saklı Bir Milletin Hikayesi 11 00:00:00.06.2025
•Bir Otelin Sessiz İhaneti 29 00:00:00.05.2025
•Bir Milletin Dirilişi ve Gençliğe Emanet Edilen Bir Cumhuriyet 18 00:00:00.05.2025
•Ekümeniklik İddiası ve Lozan Antlaşması 13 00:00:00.05.2025
•Bu Bir Gözdağı mı, Yoksa Sessiz Bir Keşif mi? 05 00:00:00.05.2025
•Milli Egemenlik, Göç Politikaları ve Tehdit Altındaki Türkiye 22 00:00:00.04.2025
•Şehitlerimizi Unutmak İhanettir, Anmak ise Vefa Borcudur! 16 00:00:00.04.2025
•Prof. Dr. Haydar Baş’ı Vefatının 5. Yılında Rahmetle Anıyoruz 14 00:00:00.04.2025
•Adaletin Peşinde: Tarihten Günümüze Adalet Mücadelesi 09 00:00:00.04.2025
•Orhangazi'nin Lojistik ve Depolama Potansiyeli: Değerlendirilmeyi Bekleyen Bir Fırsat 26 00:00:00.03.2025
•Çanakkale’de Kanla Yazılan Destan ve Orhangazi’nin Kahraman Evlatları 16 00:00:00.03.2025
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.