HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 25 KASIM 2025, SALI

4. Yargı Reformu Stratejik Tanıtım Toplantısı Yorum Yazı Dizisi - 3.Bölüm

07.02.2025 00:00
Öncelikle 4. Yargı Reformu Strateji Planı ile ilgili kaleme aldığım yazı dizisinin 3. bölümünde sizlerle buluşuyor olmaktan mutluluk duyuyorum. İkinci bölümün son kısmında yazdığım maddeleri, bu bölümde yorumlayıp iyisiyle kötüsüyle ve olması gerekenle analiz edeceğiz. Maddeler arasında göremediğimiz ve üzüntü duyduğumuz cezaevlerindeki revir (hasta) koğuşlarındaki problemlerden bahsetmek istiyorum. Cezaevlerinde hasta koğuşları bulunur. Hasta, yaşlı ve bakıma muhtaç olan hükümlülerin cezaları bu koğuşlarda infaz edilir. Kurum revirinin ve kurum doktorunun bir eli, bu koğuşların üstünde olur; ancak bu koğuşlara atanmış bir hasta bakıcı bulunmamaktadır. Bu hükümlülerin gündelik bakımlarını yine bir gönüllü hükümlü yapar. Peki, kendini yıkamaktan ve hatta tek başına tuvalete gitmekten bile aciz olan bir hükümlüye yine bir hükümlü bakmak zorunda mıdır? Tabii ki değildir. Ya da bu bakımı gerektiği gibi yapabilir mi? Tabii ki yapamaz. Çünkü bunun eğitimini almamıştır. Hasta ve yaşlı insanlar daha çok hasta olmaya mahkum ediliyor. Kendi bakımını yapamayan bu yaşlı ve hasta hükümlülerin cezaları, ev hapsine dönüştürülmelidir. Denetimli serbestlik kapsamında kullanılan elektronik kelepçeler ile cezaları evde infaz edilebilir. Zaten yataktan bile çok zor kalkan bu hükümlülerin hem cezaları yine 4 duvar arasında infaz edilmiş hem de cezaevlerinin sırtından büyük bir yük kalkmış olur. Bu hükümlülerin yanı sıra cezaevi idarelerimiz, infaz koruma memurlarımız, kurum revirlerinde çalışan doktorlarımız, sağlık memurlarımız ve hemşirelerimiz bu konudan kaynaklı büyük sıkıntılar çekmektedir.

Sizlere yine maddeler arasında göremediğimiz bir problemden bahsetmek isterim. Cezasının büyük kısmını bitirmiş ve iyi hâl kazanarak açık cezaevine ayrılmış ve burada da üniversiteyi kazanarak örgün eğitime başlayan öğrenci-hükümlülerden bahsedeceğim. Bu öğrencilerin yaşadığı en büyük problem dışarıda oldukları süre içinde telefon kullanmalarının yasak olmasıdır. Kapalı cezaevindeyken kısıtlı olan telefon hakları açık cezaevine ayrıldıktan sonra sabah 8'den gece 11'e kadar sınırsıza dönüşür. Kurumdaki ankesörlü telefonlarla diledikleri kişi ile diledikleri kadar görüşebilirler. Ancak üniversiteyi kazanarak iyi hâl puanlarını daha da arttıran bu öğrenci hükümlülerden verilmiş olan iletişim hakkı geri alınıyor. Okula gittikleri süre içinde telefon kullanmaları yasaklanıyor. Eğitimin teknoloji ile tamamen bütünleştiği bu çağda üniversite hocalarımız artık ders notlarını bile okulun öğrenci/ders platformlarına yüklüyor. Bunun yanında ödevler, duyurular vs her şey bu platformlarla yürütülüyor ve bölümlerin kurmuş olduğu whatsapp gruplarından yayınlanıyor. Topluma kazandırılmak için açık cezaevine ayrılmış ve üstüne okul okumaya çalışan bu hükümlüler derslerini takip edemiyor, notlarına ulaşamıyor, ödevlerini öğrenip yapıp yükleyemiyor. Eğitime dahil olamadıkları için de sebep olarak cezaevlerinden geldiklerini belirtmek zorunda kalıyorlar. Topluma tekrar karışmak için çaba sarf eden hükümlüleri adetâ toplumdan daha çok uzaklaştırıyoruz. Bunun yanında telefon vs kullanıyor mu diyerek kontrol yapmak zorunda olan infaz koruma memurları bu öğrencilere okul içinde üst araması yaparak onların iyice rencide ve afişe edilmesine sebep oluyor. Yolda ya da okulda normal bir insanın başına gelebilecek her şey bir öğrenci-hükümlünün de başına gelebilir. Bu tarz kaza bela durumlarında telefon kullanmaları yasak olan öğrenciler bir polisi, ambulansı ya da kendi bağlı oldukları kurumu dahi arayamıyorlar.
 
Daha kötüsü şu ki; okuduğunuzda inanmakta zorluk çekeceğinize eminim.

Bu öğrenciler, yukarda bahsettiğim sebeple ya da bir hataya düşüp de okula çıktıkları süreç zarfında gizlice telefon kullanmaya kalkıp yakalanırlarsa, cezaevi tarafından 11 gün hücre (11 gün hücre cezası 11 ay kapalı ceza evinde yatmak anlamına geliyor) disiplin cezası alıyorlar.

Kapalı cezaevine iade edilen bu öğrenciler, 11 ay artı 11 gün hücre cezasını infaz ederken bu cezanın üstüne Asliye Ceza Mahkemesine " kuruma yasa dışı telefon sokmak" maddesinden dava açılıp ayrıca 2.5 yıl ile 5 yıl arası hapis ceza ile yargılanıyorlar. 

Yasaya göre öğrenci-hükümlülerinin gittiği üniversite, kurum uzantısı olarak sayılıyor.

Yani kuruma telefon sokmadıkları halde, dışarıda kullandıkları halde sanki cezaevine telefon sokmuş gibi yargılanıp ceza alıyorlar. Bu cezalar disiplin suçu kapsamında olduğu için 4'te 4 infaz ediliyor. Bu bahsettiğim cezaları almak için illa kendi telefonlarını kullanmaları gerekmiyor.

Okuldan bir arkadaşının ya da normal bir vatandaşın telefonunu görüşme yapabilmek için kısa süreliğine eline alması ve elindeyken yakalanması bu cezaları alması için yeterlidir. 

Özetle okulda elinde telefon yakalatan bir öğrenci toplamda 5 yıla kadar kapalı ceza evinde yatıyor. Cinayet işleyip kapalı ceza evinde 5 yıl yatmadan açık cezaevine geçiş yapan hükümlüler var.

Ne yazık ki bu uygulamanın hiçbir noktasında adalet hissedebilmemiz mümkün değildir.

Okula gittikleri süre zarfında telefon kullanmaları serbest bırakılmalı ve bu yasa günümüz çağına göre revize edilmelidir. Kurum girişlerinde onlara zimmetli olan ve kuruma sokulması yasak olan nakit para, kredi kartı, ulaşım kartı gibi şeyleri koydukları dolaplarına telefonlarını da koyarak kuruma giriş yapmalarına izin verilmelidir. Anayasamızda bulunan "Eğitim hakkı engellenemez." maddesine dayanarak oluşturulan bu uygulama çağımıza uygun düzenlenmeli, hükümlüleri okumaktan soğutulmak yerine okumaya teşvik edilmelidir. Cezaevinden çıkan bir hükümlünün tekrar suça karışmasını ancak onu eğiterek ve meslek edindirerek engelleyebiliriz. Açık cezaevinde bulunan iyi halli hükümlüler işyurtlarında çalışmaktadır. Öğrenciler okula gidip geldiği için işyurtlarında çalışamıyor. Sabah kurumdan çıkış yapıp akşam kuruma tekrar teslim oluyorlar. Zaten denetimli serbestliğe çıkmalarına az kalmış öğrenci hükümlülerin cezalarının elektronik kelepçe ile ev hapsine dönüştürülmesi suretiyle evlerine gönderilebilir. Bu sayede aynı cazevindeki gibi ders saatlerinde okullarına gidebilir, dersi bittikten sonra ise evine dönebilir. Biliyorsunuz ki elektronik kelepçeler zaman ayarlı olarak ayarlanabiliyor. Yani akşam 5'ten sabah 8'e kadar dışarı çıkma yasağı koyduğun bir hükümlü eğer ihlal yaparsa merkeze sinyal gidiyor ve en yakın kolluk kuvvetleri de olaya müdahale edebiliyor. Böyle bir imkân varken kelepçesiz ve tek başına okula gönderdiğimiz öğrencileri ev hapsi ile evlerine gönderirsek hem öğrencilerin toplum ile kaynaşma hızı önemli ölçüde artar hem cezaevi idaresindeki eğitim birimlerinin işleri önemli ölçüde kolaylaşır hem de devletin sırtından işyurtlarında çalışamayan bütün öğrenci-hükümlülerin yükü kalkmış olur. Bütün bunların ışığında yasalarımızın tekrar düzenlenmesi gerekmektedir.

Şimdi gelelim açıklanan maddelerden "ölümlü ya da yaralamalı trafik kazalarında olay yerini terk eden sürücülere ekstra ceza verilecek" maddesine. Öncelikle bunu çok yerinde bir karar olarak görüyorum. Çünkü genel olarak yaşanan maalesef şudur ki alkollü bir sürücü bu tarz bir kazadan sonra olay yerinden kaçıyor, 7-8 saat sonra teslim olunca yapılan doktor muayenesinde alkollü çıkmıyor. Olay yerini terk ettikleri için belki erken bir yardım ya da 112 müdahalesi alabilse yaşayabilecek olan kazâzedelerimiz ya ölüyor ya da kalıcı hasarlarla hayatlarına devam etmek zorunda kalıyor. Kaçan sürücülere direkt alkollüymüş gibi işlem yapmak, kulağa ağır gelse de yerinde bir uygulama olacağı kanaatindeyim. Çünkü alkollü değilsen zaten kaçmazsın. Kaçıyorsan da alkollü olduğunu kabul etmiş olursun.

Trafikten bahsetmişken yine bir trafik problemini düzeltmeye yönelik çıkmış olan "Saldırı amaçlı araçtan inenlerin ehliyetlerine el konulacak" maddesine gelelim. Bu yasa maddesi ile devletimiz, yine trafik magandalarının sayısını azaltmayı hedefliyor. Öyle haberler, öyle kamera görüntüleri görüyoruz ki inanın bazen insanın kanı donuyor. Yanında hamile eşi ile seyahat eden bir vatandaşımızın yolunu kesip araçlarından inen 3 kişinin araca saldırısını çektiği video ve hanımefendinin yaşadığı korku hâlâ aklımdadır. Camlara atılan yumruklar, kırılan aynalar, edilen küfürler… Ehliyete el konulma, yine ilk etapta ağır gibi görünse de aksine çok yerinde bir karardır. Trafiğe çıkmaya zihnen uygun değilsen trafiğe çıkmamalısın.

Amacı madde bağımlısı hükümlülerin rehabilite ve tedavi olmadan tahliye edilmesini engellemek olan maddeye gelelim. 3. Göz Medya'dan Sayın İrfan Aydın hocamın üstünde yıllarca çalıştığı ve devletimizin önemli makamlarına ulaştırılan uyuşturucu ve madde bağımlılarının ceza, infaz ve rehabilitasyon süreçlerinin üstünde duran bu dosya incelenmiş olacak ki 4. Yargı Reformu Strateji Planında bu madde ile karşılaştık ve mutlu olduk. Madde bağımlıları; suçlu değil, hastadır. Bu işin satışına, üretimine girmemiş, kimsenin canını yakmamış, yalnızca kendisine zarar vermiş bu vatandaşlarımıza suçlu gibi değil, hasta gibi muamele yapılmalıdır. Tedavi ve rehabilite edilerek topluma kazandırılmalıdır. Aksi takdirde bir bağımlıyı cezaevine atıp uyuşturucu satıcıları ile aynı ortamda tutarak onları daha çabuk uyuşturucuya ulaşabilecekleri ve hatta ileride bu işin satışına da girebileceği bir çevre kazandırmış oluyoruz. Umuyoruz ki bu madde ile gelecek düzenlemeler, uyuşturucu bağımlılarını bu bataktan kurtarır ve hayata kazandırır.

4. Yargı Reformu Strateji Planı, ülkemize  ve milletimize hayırlı olsun. Umuyorum ki bu 3 bölümlük yazı dizisi ile yapılan tüm yapıcı eleştiriler ve tavsiyeler dikkate alınıp incelenerek en doğru hamleler yapılır ve en kısa sürede hayata geçirilebilir.

"toplumsal barış affı" , "kısmi af" gibi konuların çok yoğun konuşulduğu bu ortamda devletimizin lehine olan her şey yapılabilir. Ancak öncelik kesinlikle 65 yaş üstü hükümlülerde ve 18 yaşından küçükken suça karışmış olan suça sürüklenen çocuklarda olmalıdır. Bu iki gurubu unutmayın, unutturmayın. Yapılacak olan bütün hamleler, düzenlemeler ve değişikliker vatanımıza milletimize hayırlı olsun. Tekrar görüşmek dileği ile.

Vural IŞIK

05.02.2025

VURAL IŞIK  - milligokkubbe@gmail.com / X Hesabı: @GokKubbeRuhu

 
Vural IŞIK / GÖKKUBBE / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.