HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 28 KASIM 2025, CUMA

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Anayasa Mahkemesi İçtihatları

15.07.2025 00:00
I. GİRİŞ

Ceza hukuku, bireyin temel hak ve özgürlüklerine en ağır şekilde müdahale etme gücüne sahip normatif bir alandır. Bu nedenle ceza normlarının uygulanmasında orantılılık, gereklilik (ultima ratio) ve insan haklarına uygunluk ilkeleri vazgeçilmezdir. Ekonomik faaliyetlerin bir enstrümanı olan çekin karşılıksız çıkması durumunda ceza hukukunun devreye girmesi, uzun yıllardır hem doktrinde hem de yargı pratiğinde tartışmalara neden olmaktadır. Bu bağlamda, 5941 sayılı Çek Kanunu'nda düzenlenen yaptırımların, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ile ne ölçüde bağdaştığı ciddi biçimde sorgulanmaktadır.

II. 5941 SAYILI KANUN'DAKİ CEZAİ SORUMLULUĞUN HUKUKİ ANALİZİ

5941 sayılı Çek Kanunu'nun 5. maddesi uyarınca, karşılıksız çek keşide eden kişi hakkında adli para cezası öngörülmektedir. Ancak, bu cezanın ödenmemesi durumunda, 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun'un 106. maddesi gereğince bu ceza doğrudan hapis cezasına çevrilmektedir. Böylelikle, özünde bir borç ilişkisi niteliği taşıyan ekonomik uyuşmazlık, bireyin özgürlüğünün kısıtlanmasına yol açmaktadır.

Bu uygulama, Anayasa'nın 38. maddesinin 8. fıkrasında açıkça yer verilen "Hiç kimse, yalnızca sözleşmeden doğan bir yükümlülüğü yerine getiremediği için özgürlüğünden alıkonulamaz" hükmüyle açık bir çelişki içindedir.

III. ANAYASA MAHKEMESİ'NİN GÖRÜŞÜ: SOSYAL ZARAR, ORANTISIZLIK VE HAK İHLALİ

Anayasa Mahkemesi, 2011/31 E. ve 2011/56 K. sayılı kararında, karşılıksız çek düzenleme fiiline uygulanan hapis cezasını orantısız bulmuştur. Kararda öne çıkan gerekçeler şu şekildedir:

* Ceza, mağdurun zararı açısından tazmin edici etkisini yitirmiştir.

* Hapis tehdidi, borçluyu sosyal ve ekonomik hayattan dışlamaktadır.

* Borçlunun topluma yeniden kazandırılmasını engelleyen bir etki yaratmaktadır.

Mahkeme bu yaklaşımı, Anayasa'nın hukuk devleti ilkesi ve insan onuruna saygı prensibi çerçevesinde değerlendirmiştir.

IV. AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ KARARLARI:

Söyler v. Türkiye Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 17 Eylül 2013 tarihli Söyler v. Türkiye (Başvuru No: 29411/07) kararında, Türkiye'de karşılıksız çek keşide edilmesine uygulanan hapis cezasını, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne aykırı bulmuştur. Kararda öne çıkan başlıca tespitler şunlardır:

* Karşılıksız çek borcu, esas itibarıyla sözleşmesel bir yükümlülük olup, bu durumda hapis cezası ölçüsüz ve gereksiz bir yaptırımdır.

* Başvurucunun adil yargılanma hakkı (AİHS m.6) ile kanunsuz ceza olmaz ilkesi (AİHS m.7) ihlal edilmiştir.

* Hapis yaptırımı, başvurucunun mülkiyet hakkına da müdahale teşkil etmektedir (Ek Protokol 1, Madde 1).

V. AVRUPA ÜLKELERİNDE UYGULAMALAR

Avrupa ülkelerinde karşılıksız çek fiiline yönelik yaklaşım daha çok idari ve mali tedbirler üzerine inşa edilmiştir:

* Fransa: Ceza değil, idari ve bankacılık yaptırımları uygulanır (çek yasağı, hesap kapatma).

* İngiltere: "Conditional discharge" sistemiyle cezalandırmadan çok yapılandırma ve çözüm odaklı süreç yürütülür.

* Almanya: Sadece açık bir dolandırıcılık kastı varsa ceza uygulanır; borç ilişkileri ile ceza hukuku katı çizgilerle ayrılmıştır.

VI. ALTERNATİF BİR MODEL: EKONOMİK SUÇLARA EKONOMİK ÇÖZÜM

Yeni bir model önerisi olarak, uzlaşma esaslı ve ceza dışı bir sistem önerilmektedir:

Temel İlkeler:

* Hapis cezası kaldırılmalıdır.

* Mağdurun zararının tazmini, failin ödeme gücüyle orantılı şekilde uzlaşma yoluyla sağlanmalıdır.

* Mahkeme süreci resen yönlendirici olmalı ve alternatif çözüm yollarına teşvik etmelidir.

* Ödeme planı, icra hukukuna entegre edilerek, ceza infaz sistemi sürecin dışında bırakılmalıdır.

Süreç İşleyişi:

* Fail, çek bedeli + faiz + zarar + yargılama masraflarını ödemeyi taahhüt eder.

* Ödeme tek seferde yapılamıyorsa, 12 aya kadar ödeme planı hazırlanır.

* Ödeme tamamlandığında:

* Soruşturma aşamasındaysa: Takipsizlik kararı,

* Yargılama aşamasındaysa: Davanın düşmesi,

* Hüküm kesinleşmişse: Hükmün kaldırılması sağlanır.

VII. ÖNERİLEN MODELİN AVANTAJLARI

* Cezaevi yükü hafifler: Binlerce kişi hapis tehdidinden kurtulur.

* Mağdur etkin şekilde korunur: Alacağın tahsili daha olası hale gelir.

* Yargı üzerindeki yük azalır: Süreç icra sistemine devredilir.

* Ticaret güveni güçlenir: Ceza tehdidi değil, güven teşvik edilir.

* AİHM ve AYM içtihatlarıyla uyum sağlanır: Ulusal ve uluslararası hukukta çelişki giderilir.

VIII. SONUÇ: EKONOMİK ADALET ve HUKUK DEVLETİ

Karşılıksız çek nedeniyle uygulanan hapis cezası, hukuki güvenlik, insan hakları ve ekonomik rasyonalite açısından sürdürülebilir değildir. Bu çerçevede:

* 5941 sayılı Kanun'da köklü bir reform yapılması gereklidir.

* Ceza adalet sistemi, telafi ve uzlaşma eksenli şekilde yeniden kurgulanmalıdır.

* AİHM ve AYM içtihatları, yasa koyucu ve uygulayıcılar tarafından esas alınmalı; bireysel özgürlük, ekonomik düzenin önünde engel değil, onu tamamlayan bir unsur olarak değerlendirilmelidir.

 "Hapis değil uzlaşma, ceza değil telafi."

Bu dönüşüm, sadece teknik bir yasa değişikliği değil; insan onuru, hukukun üstünlüğü ve çağdaş uygarlık düzeyiyle uyumlu bir zihniyet değişimini temsil etmektedir.

KAYNAKÇA

* T.C. Anayasası, m. 38/8.

* Anayasa Mahkemesi, E. 2011/31, K. 2011/56, Karar Tarihi: 27.10.2011.

* Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Söyler v. Türkiye, Başvuru No: 29411/07, Karar Tarihi: 17.09.2013.

* 5941 sayılı Çek Kanunu, m. 5.

* 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun, m. 106.

* Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Madde 6, 7 ve Ek Protokol 1 - Madde 1.

* Karşılaştırmalı hukuk literatürü ve ülke uygulamaları (Fransa, Almanya, Birleşik Krallık).

 
Deniz ATEŞ / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.