HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 27 KASIM 2025, PERŞEMBE

Öğretmenevi peşkeş iddialarına karşı susamazsınız!

27.11.2025 00:00
Orhangazi Öğretmenevi, bu kentin öğretmenlerine nefes olsun diye kuruldu; birilerinin para kazanacağı bir ticarethane olarak değil. Öğretmenin dinleneceği, sosyalleşeceği, ekonomik yük altında ezilmeden nefes alacağı bir kamusal alandır. Bu kadar net.

‎Bugün geldiğimiz noktada, kamuya ait bir sosyal tesisin "işletme mantığıyla" devredilmesinin adı ne hizmettir, ne verimliliktir. Bunun adı, öğretmenin elinden hakkını almaktır. Öğretmenevi; ihale dosyalarında gezip, "kime devredilir?" hesaplarının yapılacağı bir kurum olamaz, olmamalı.

‎Ayrıca Orhangazi Öğretmenevi binası, bu kentin tarihi yapılarından biridir. Kent belleğinin, mimari dokunun ve kamusal hafızanın bir parçasıdır. Böyle bir yapının  gelişi güzel müdahalelere kurban edilmek değil, korunmak, yaşatılmak ve gelecek kuşaklara orijinal haliyle aktarılmaktır.

‎Oysa bugün görüyoruz ki binanın hem içi hem dışı, çeşitli eklentilerle, kaplamalarla, uygunluk tartışmalı müdahalelerle adım adım tahrip edilmektedir. Yapıya ait özgün mimari doku bozulmuş, tarihi kimlik adeta lime lime sökülmüştür.

‎Burada asıl sorulması gereken soru çok basit ve çok net. . .

‎Bu tadilatın izni var mı, yok mu?

‎Yetkili koruma kurullarından, belediyeden, ilgili birimlerden gerekli onaylar alınmış mıdır?

‎Yoksa tarihî bir binaya "keyfi dokunuş" yapmanın rahatlığına mı güveniliyor?

‎Cevap verilmesi gereken sorular şunlardır.

‎Bu yapı koruma altında mıdır, değil midir?

‎Eğer koruma altındaysa, yapılan eklentilerin proje onayı nerede?

‎Eğer koruma altında değilse, neden hâlâ koruma altına alınmamıştır?

‎Tadilat dosyası hangi kurumdan, hangi tarihte, kimin imzasıyla onaylanmıştır?

‎Bir kamu binasının orijinalliğini bozarak, estetik ve tarihi değerini yok ederek yapılan her müdahale hem hukuki hem vicdani bir sorumluluk doğurur. Kimse "yaptım oldu" diyemez.

‎Orhangazi'nin tarihi mirası kimsenin deneme tahtası değildir.

‎Bu soruların yanıtı verilmeden hiçbir işlem meşru değildir.

‎Kamu binasında tadilat yapıyorsan, kamuya hesap vereceksin. "Bilen bilir, bilmeyen sormasın" devri kapandı.

‎Öğretmenevi'nin duvarlarını boyarken gerçekleri de mi sıvadınız?

‎Asıl soru bu.

‎Orhangazi susmaz. Sormaya devam eder.

‎Cevap vermek ise birilerinin artık mecburi görevi.

‎Bu arada Eğitim sendikalarının görevi nedir? Öğretmenin özlük hakkını, iş güvencesini, sosyal yaşamını, ekonomik taleplerini korumak. Yani, böyle bir durumda en önde durmak.

‎Peki şimdi devreye girmeyeceklerse ne zaman girecekler?

‎Eğer böylesi bir konuda bile yargı yoluna başvurulmayacaksa, o zaman sendikalar ne için var?

‎Bu mesele bir işletme meselesi değil;

‎Öğretmene sahip çıkma meselesidir.

‎Ve bugün susan, yarın bir daha konuşacak yüz bulamaz.







Kutsalın korumasını sağlayamadık

Pazartesi günü 24 Kasım öğretmenler günü tüm okullarımızda kutlandı.

‎Evet bazıları için kutlama günü…

‎Ama bu ülkede öğretmen olmak hâlâ bir liyakat meselesi değil, cesaret meselesi ise kusura bakmayın,kutlamanın da bir ağırlığı kalmıyor.

‎Biz bu topraklarda elinde kalemi, çantasında defteri olan insanları, silahla hedef alınan düşmanlar gibi toprağa verdik.

‎Neden?

‎Çünkü bu ülkede bir çocuğa harf öğretmek, bazı odaklar için hâlâ bir tehdit.

‎Şehit öğretmenler…

‎Aybüke…

‎Necmettin…

‎Ve isimleri anılmayı bile hak etmeyen karanlıkların hedefi olmuş onlarca, yüzlerce öğretmen…

‎Devlet yıllarca "Öğretmen kutsaldır" dedi,

‎Ama o kutsalın korumasını sağlayamadı.

‎Okul yolları mayınlandı, servisler tarandı, lojmanlar basıldı.

‎Öğretmenler korkudan değil, umuttan öldürüldü.

‎Çünkü umudu öldürmek isteyenler önce öğretmeni hedef alır.

‎Cehaletin en büyük rakibi çünkü onlardır. 24 Kasım'da çiçek veriyoruz.

‎Peki soralım!

‎O çiçeklerin kaçının altında bir mezar taşı var?

‎Her karanfille birlikte vicdanımıza yapışan şu gerçek yüzümüze çarpıyor,

‎Bu ülke öğretmenini korumayı beceremedi.

‎Beceremiyor.

‎Hâlâ.

‎Evet, öğretmenler günü kutlu olsun.

‎Ama şehit olanlara gelince…

‎Onlara kutlama değil,

‎Özür borçluyuz.

‎Bu ülkeye ışık olmaya çalışırken karanlığa gömülmelerinin hesabını veremediğimiz için.

‎Kalemi silahtan daha tehlikeli bulan zihniyete diz çöktürdüğümüz için.

‎Ve hâlâ aynı yolları, aynı okulları, aynı korkuları düzeltemediğimiz için.

‎Bir ülkede öğretmen korkarak yaşıyorsa, o ülke aydınlık bir geleceği hak etmiyordur.

‎Bu kadar basit.





 
Yılmaz AYDEYER / MİHRALI BEY / diğer yazıları
•Öğretmenevi peşkeş iddialarına karşı susamazsınız! 27 00:00:00.11.2025
•MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'Ü ANLAMAK 10 00:00:00.11.2025
•Futbolun Mezar Taşında Orhangazi Yazıyor! 05 00:00:00.11.2025
•Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?” 29 00:00:00.10.2025
•Orhangazi’nin Sınavı. ‎Eğitim mi, Ezber mi? 22 00:00:00.10.2025
•DÜŞÜNÜR KOLEJİ GERÇEĞİ. . . 14 00:00:00.10.2025
•KİM BU OKUL MÜDÜRÜ? 08 00:00:00.10.2025
•Uyuşturucu ile çürütülen nesil. . 02 00:00:00.10.2025
•Çocuklar Tarikatlara Teslim Edilmez, Edilmemeli! 25 00:00:00.09.2025
•Orhangazi’de “Kırtasiye Parası” Oyunu 17 00:00:00.09.2025
•‎O günün öğrencileri açtı, üşüyordu 10 00:00:00.09.2025
•Orhangazi 2025-2026 Eğitim-Öğretimine Hazır mı(?) 03 00:00:00.09.2025
•DEFTER YERİNE SİLAH TUTAN ELLER.. . 29 00:00:00.08.2025
•OKULLARDA EK DERS YOLSUZLUKLARI 20 00:00:00.08.2025
•İmam Hatipler Neden Boş? 12 00:00:00.08.2025
•Muharrem Değirmen ve ÇPL 05 00:00:00.08.2025
•3.Göz Gazetesinin Orhangazi Eğitimine katkısı 29 00:00:00.07.2025
• “Fen Lisesi açtık” demekle olmuyor ‎ 24 00:00:00.07.2025
•ORHANGAZİ’DE LGS FİYASKOSU ve Orhangazi’de Eğitim Kıyımı 15 00:00:00.07.2025
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.