HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 28 KASIM 2025, CUMA

DEFTER YERİNE SİLAH TUTAN ELLER.. .

29.08.2025 00:00
‎Bir Öğrencinin Günlüğünden alınan bir yazı ile başlıyorum.

‎Yıl1921

‎"Bugün defterimi kapattım. Belki de son kez yazıyorum. Kalemim elimde titriyor, çünkü yarın cepheye gidiyoruz."

‎Daha dün derste hocamız bize vatan sevgisinden bahsetmişti. O an içim kabardı. Şimdi sıra bende. Arkadaşlarım da aynı düşüncede… Hepimiz aynı sınıftaydık, aynı sırayı paylaştık. Birlikte matematik çözdük, tarih dinledik. Şimdi birlikte cepheye gidiyoruz.

‎Annemin gözleri aklımdan gitmiyor. Bana sarılırken titriyordu. "Oğlum, sen daha çocuksun" dedi. Ama ben biliyorum ki artık çocuk değilim. Çünkü düşman, vatan toprağını çiğniyor. Çocuk kalmaya hakkımız yok.

‎Kitaplarımı masamda bıraktım. Bir gün dönüp tekrar açmayı hayal ediyorum. Ama içimde bir ses, belki de hiç dönmeyeceğim diyor. Belki bu defter, benim son hatıram olacak.

‎Sakarya'ya gidiyoruz. Öğretmenimiz bize baktı, gözleri doldu:

‎"Evlatlarım, siz diploma alamayacaksınız… Ama bu millet size en büyük unvanı verecek: Şehitlik."

‎Arkadaşlarla konuştuk. Korkuyor muyuz? Evet. Ama vatan sevgisi korkuyu bastırıyor. İçimizde garip bir gurur var. Sanki hepimiz aynı yeminle yola çıkıyoruz:

‎"Bayrağı yere düşürmeyeceğiz."

‎Eğer geri dönemezsem… Bu defteri kim bulursa bilsin ki; biz, bu topraklar için canımızı verdik. Okul sıralarını bırakıp siperlere koşan biz gençler, Cumhuriyet'i görmeyi çok isterdik. Ama biliyorum ki siz göreceksiniz. Siz özgür olacaksınız.

‎"Yarın sabah yola çıkıyoruz. Defterim, kalemim, kitaplarım… Hoşça kalın. Ben artık bir öğrenci değilim. Ben artık vatanın askeriyim."

‎Evet onlar sıradan lise öğrencileriydi… Sabahları okul yolunda telaşla yürüyen, ellerinde defterleri, gözlerinde hayalleri olan gençler. Kimi mühendis, kimi doktor, kimi öğretmen olma düşü kuruyordu. Ama işgalin karanlığı Anadolu'nun üzerine çöktüğünde, defterler kapandı; kalemler bırakıldı. Çünkü vatan, gençliğin kaleminden önce kanını istiyordu.

‎Sivas Lisesi'nin sınıfları sessizdi o yıl… Öğrenciler, Sakarya'ya gitmişti. Kayseri Lisesi'nde sıra arkadaşları bir sabah çıkıp gitmiş, bir daha geri dönmemişti. Kastamonu Abdurrahmanpaşa Lisesi mezun verememişti; çünkü son sınıfın bütün gençleri cephede şehit düşmüştü.

‎Düşünün… 17'sinde, 18'inde çocuklar… Henüz hayatı tanımadan, bir sevdaya yanmadan, üniversiteye adım atmadan toprağa düştüler. Hepsinin ortak hayali vardı: Özgür bir vatan.

‎Bugün bazı okul kapılarında yazan o cümle, insanın yüreğine hançer gibi saplanır:

‎"Bu okul, 1921 yılında mezun verememiştir."

‎O boş diploma defterleri, aslında bir milletin bağımsızlık belgesidir.

‎Eğer bugün biz okullarımıza özgürce gidiyor, bayrağımızı korkusuzca dalgalandırıyorsak, bunun sebebi işte o öğrenci askerlerdir. Onlar, yarınlarını feda ettiler ki, bizim yarınlarımız olsun.

‎Bazen düşünüyorum… Sakarya'da toprağa düşen o gençlerden biri yaşasaydı, belki bir öğretmen olacaktı. Belki bir şiir yazacak, belki de bir köy okulunda çocuklara okuma öğretecekti. Ama olmadı. Onların en büyük eseri, Cumhuriyet oldu.

‎O yüzden, biz bugünün gençleri ve çocukları, her bayrak sallandığında, her İstiklal Marşı söylendiğinde içimizden sessizce fısıldamalıyız:

‎"Size borçluyuz… Hem de her şeyimizi."

‎30 Ağustos, zaferden öte; millet olmanın, birlik olmanın, bağımsızlığın simgesidir.

‎Bugün bizlere düşen, o destanı yazanların hatırasına sahip çıkmak, özgürlüğün değerini bilmek ve Cumhuriyetimizi sonsuza dek yaşatmaktır.

‎Ne mutlu ki bu topraklarda "Zafer Bayramı" var. Ne mutlu ki bu milletin adı Türk'tür.

 
Yılmaz AYDEYER / MİHRALI BEY / diğer yazıları
•Öğretmenevi peşkeş iddialarına karşı susamazsınız! 27 00:00:00.11.2025
•MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'Ü ANLAMAK 10 00:00:00.11.2025
•Futbolun Mezar Taşında Orhangazi Yazıyor! 05 00:00:00.11.2025
•Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?” 29 00:00:00.10.2025
•Orhangazi’nin Sınavı. ‎Eğitim mi, Ezber mi? 22 00:00:00.10.2025
•DÜŞÜNÜR KOLEJİ GERÇEĞİ. . . 14 00:00:00.10.2025
•KİM BU OKUL MÜDÜRÜ? 08 00:00:00.10.2025
•Uyuşturucu ile çürütülen nesil. . 02 00:00:00.10.2025
•Çocuklar Tarikatlara Teslim Edilmez, Edilmemeli! 25 00:00:00.09.2025
•Orhangazi’de “Kırtasiye Parası” Oyunu 17 00:00:00.09.2025
•‎O günün öğrencileri açtı, üşüyordu 10 00:00:00.09.2025
•Orhangazi 2025-2026 Eğitim-Öğretimine Hazır mı(?) 03 00:00:00.09.2025
•DEFTER YERİNE SİLAH TUTAN ELLER.. . 29 00:00:00.08.2025
•OKULLARDA EK DERS YOLSUZLUKLARI 20 00:00:00.08.2025
•İmam Hatipler Neden Boş? 12 00:00:00.08.2025
•Muharrem Değirmen ve ÇPL 05 00:00:00.08.2025
•3.Göz Gazetesinin Orhangazi Eğitimine katkısı 29 00:00:00.07.2025
• “Fen Lisesi açtık” demekle olmuyor ‎ 24 00:00:00.07.2025
•ORHANGAZİ’DE LGS FİYASKOSU ve Orhangazi’de Eğitim Kıyımı 15 00:00:00.07.2025
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.