HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 05 KASIM 2025, ÇARŞAMBA

TOPLUMSAL ÖĞRETİLER VE KADININ KADERİ

05.11.2025 00:00
Muhakkak ki yüzyıllar boyunca şekillenmiş toplumsal değerlerin, özellikle sosyal yaşama olan olumlu katkısı inkâr edilemez. Aynı şekilde, dini değerlerimizin de bu etkiyi güçlendirdiği bir gerçektir. Ancak bu değerlerin üzerine düşünülemez, tartışılamaz ve eleştirilemez hale gelmesine kesinlikle karşıyım.

Peki bu duruşum, yaratılışımın bir sonucu mu? Bir kazanım mı? Yoksa yaşadıklarım mı beni böyle olmaya zorladı? Bilemiyorum. Bildiğim tek şey, her zaman sorgulayıcı ve eleştirel bir düşünce yapısına sahip olduğumdur. Olaylar karşısında, elimden geldiğince herkesin penceresinden dışarıya bakmaya çalıştım.

Kısa süre önce sosyal medya hesaplarıma kendimi en iyi anlatan şu cümleyi yazdım:

"Hiçbir gruba, kalıba ya da tarafa ait olamadım. Her yerde kendimden bir parça buldum ama hiçbirine bütünüyle sığamadım."

Bu uzun girişin nedeni şu: Toplumun büyük çoğunluğunun benimsediği, içselleştirdiği ve inandığı bir konu hakkında farklı düşüncelerimi dile getirmek istiyorum. Üstelik bu konuların artık yüksek sesle konuşulması, yeniden tartışılması gerektiğine inanıyorum. Çünkü herkesin kendi şapkasını önüne koyup düşünmesinin zamanı geldi.

Toplumun erkeğe biçtiği "kutsiyet" anlayışına kesinlikle itirazım var. Aile içinde kadına ve erkeğe yüklenen rollerin dengesizliği de aynı şekilde rahatsız edici. Bu kıymetli kurumda her iki tarafa da düşen sorumluluklar, erkek için bir "lütuf", kadın içinse bir "görev" ve "mecburiyet" olarak sunuluyor.

Mesela sadakat... Evliliğin özüne ait bir değer olmasına rağmen, çoğu zaman kadından beklenen bir yükümlülük; erkekten ise beklenmeyen bir erdem gibi görülüyor. Aynı şekilde, erkeğin çalışıp ailesine bakması, olağan bir sorumluluk değilmiş gibi büyük bir başarı olarak sunuluyor.

Kadının evlilikteki "başarısı" ise, kocasının yerine getirmediği sorumluluklara ne kadar katlandığıyla ölçülüyor. Üstelik bir erkek eşine kötü davranmıyor, dövmüyor, sövmüyor, parasını içki ya da kumarda harcamıyorsa hemen "iyi koca" ilan ediliyor. Kadına da bu durum bir lütufmuş gibi anlatılıyor:

"Bak kızım, kocan seni dövmüyor, sövmüyor; içki, kumar yok. Daha ne istiyorsun?"

Oysa arzu ettiğim toplumda bunlar bir ayrıcalık değil; zaten olması gerekenin asgari ölçüsüdür.

İçinde bulunduğum çevrede de bu anlayış hâlâ sürüyor. Bunun, "öğrenilmiş çaresizlikten" başka bir şey olmadığını düşünüyorum. Bu bakış açısı, kadını adeta ruhsuz bir varlığa indirger; onun duygu, düşünce ve iradesini yok sayar.

Aile kurumu elbette çok kıymetlidir. Herkesin arzusu, bu kurumun sağlıklı bir şekilde sürmesi; çocukların da mutlu bir ortamda yetişmesidir. Ancak bu, birinin gururunun kırıldığı; sevgi, saygı ve sorumlulukların yok sayıldığı bir evde ömür boyu kalmak zorunda olduğu anlamına gelmez.

Bugün sosyal medyada ve çevremizde en çok gördüğümüz mağduriyetler, genellikle kadınlara aittir. Fakat elbette bu durum yalnızca kadınlar için değil; kim mağdursa, onun için de geçerlidir. Çünkü böylesi birlikteliklerin sürdürülmesi ne bireysel bir başarıdır ne de toplumsal bir övünç kaynağı.

Çocuklara verilebilecek en büyük ceza, bir annenin gururunun zedelendiği, şiddet gördüğü, mutsuz olduğu bir ortamda sırf onlar uğruna kalmak zorunda bırakılmasıdır. Bir çocuğun omuzlarına böyle bir yükü yüklemek, ona taşıyamayacağı bir sorumluluk vermektir.


Bir toplumun medeniyetini, çağdaşlığını ve gerçek başarısını gösteren şey; kadınların kendine güven duyduğu, kimseye muhtaç olmadan ayakta durabildiği, evlenirken ya da ayrılırken kararlarını özgürce ve korkmadan verebildiği bir yaşam ortamıdır.

Ve Son Söz:

Asıl medeniyet ,boşanabilmekte gizlidir.


Dövülmeden, öldürülmeden; adil biçimde anlaşmaların yapıldığı, hakların eşit şekilde korunduğu, çocukların sorumluluğunun her iki tarafça da yerine getirildiği, insani bir tutumun sürdürülebildiği boşanmalar…

Bir toplumun gerçek medeniyetinin ve başarısının hikâyesidir.

Boşanma oranlarının yüksek veya düşük olması, tek başına toplumsal bir başarı ya da başarısızlık göstergesi değildir. Asıl mesele, boşanma davalarının bazı durumlarda şiddet, tehdit ve cinayetle sonuçlanıyor olmasıdır. Bu, sadece hukukun değil, sosyologların ve toplumsal bilimcilerin de incelemesi gereken bir krizdir. Rakamlar, istatistikler veya oranlar tek başına hiçbir şey anlatmaz; önemli olan insanların güvenliği ve özgürce ayrılabilme haklarının korunmasıdır. Bir toplum, bireylerinin kendi hayatlarını korkusuzca sürdürebildiği ölçüde medenidir.


 
Neşe BAKIŞ / Kadrajımdaki Hayat / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.