HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 25 KASIM 2025, SALI

SUMUT’UN CESARETİ VS GAZETECİLİĞİN SINAVI

08.10.2025 00:00
Bir yarayı sarmaya kalksam, diğerinden kan sızar. Bir acıyı konuşsam, bin acı suskunluğa bürünür. Filistin desem, Doğu Türkistan'ın hatırı kalır.

Yıllardır süren zulme ve baskılara rağmen, Doğu Türkistan'daki kardeşlerimizin özgürlük mücadelesi sürüyor. Dünya sessiz kalsa da, adalet ve hakikat arayışı asla susmayacaktır.

Sumut, İbrahim'in ateşine su taşıyan kuşun gagasındaki damlacık, Ebrehe'nin fil ordusunu bozguna uğratan ebabilin ağzındaki minik taştır. Sumut, Hz. Yunus'u en vazgeçtiği anda selamete ulaştıran balık gibidir. Biiznillah, Hz. Nuh'un gemisi gibi kurtuluşun ve özgürlüğün sembolü olacaktır. Sumut, Filistin'de vicdana, umuda ve insafa küsmüş insanların gözlerindeki ışıltıdır. Hayatın en karanlık anında omuza konan, yalnızlığı unutturan sıcacık bir eldir. İnsanlığın utanç verici karanlığında parıldayan bir ışık hüzmesidir. Umut da, müjde de inşallah o hüzmede saklıdır.

Sumut filosuna katılan her ülkeden, her görüşten insanı — özellikle Türkleri — büyük bir takdirle karşılıyor, cesaretlerinden dolayı hepsini kutluyorum. Sumut 'un amacı ve cesareti çok değerli; görünürdeki anlamıyla insanlığa ve adalete hizmet ediyor. Ancak, bu tür olaylarda her zaman arka planda farklı planlar da olabileceğini unutmamak gerekir. Yine de asıl mesaj, Sumut'un ortaya koyduğu cesaret ve dayanışmadır.

Her ne kadar filonun nereye kadar gidebileceği, orada neyle karşılaşacakları ve başlarına gelebilecekler büyük ölçüde bilinse de, küçük bir bilinmezlik ihtimalini bile göze almak büyük bir cesaret örneğidir. Sahip olunan yaşam konforundan vazgeçip orada bulunmak da ayrıca bir fedakârlıktır.

Filo'daki Türklerin ülkeye dönüşlerinden sonra açıklamalarını sosyal medyadan dinledim. İsrail'de maruz kaldıkları kötü muameleyi anlattılar: Neredeyse aç bırakıldıklarını, su verilmediğini, tuvaletlerdeki sudan içmek zorunda kaldıklarını, eşyalarının gasp edildiğini, ters kelepçe takıldığını ve "teröristsiniz" ithamlarına maruz kaldıklarını büyük bir üzüntüyle aktarıyorlardı. Sandım ki, hayatlarında ilk defa böyle iddiaları duymuşlardı. Aman Allah'ım, ne kadar kabul edilemezdi, ne kadar ıstırap vericiydi! İsrail askerinin "terörist" ithamları, hem bedenlerini hem ruhlarını tarumar etmişti.

Bu Türk aktivistlerin sosyal hayattaki rolleri gazeteci ve yazardı. Peki, neden hiç ülkemizdeki hak ihlallerine değinmediler şimdiye kadar? Madem bu tarz iddialar vardı, kendi ülkelerinde vatandaşlarının yaşadığı benzer iddialar neden haberleştirilmedi? Var olan iddiaların varlığını ispat etmek ya da yokluğunu göstermek neden öncelik haline getirilmedi?

Bir gazetecinin görevi, kendi siyasi görüşü veya ideolojisi doğrultusunda taraf tutmak değil; nesnel ve adil habercilik yapmaktır. Yandaşlık, gazeteciliğin esas sorumluluğunu ortadan kaldırır. Hak ihlallerini görmezden gelmek, eksik veya çarpıtılmış bilgi vermek, gazetecilik görevini yerine getirmemektir. Bu yüzden, "karşı fikre sahip olanların yaşadıkları mağduriyetleri gündeme taşımamak" yalnızca bir eksiklik değil; mesleki sorumluluğun ihlalidir. Bu sözüm bir gruba has değil; bütün gazetecileredir. Eğer bir gazeteci, düşüncesi farklı olanların mağduriyetlerini görmezden geliyorsa, yaptığı iş kusurludur; görevini yerine getirmemiştir, hatta gerçek anlamda gazeteci ya da haberci bile değildir.

Bir iyilik yapacak, bir haksızlık veya adaletsizlik karşısında duracak isek, bunu önce en yakınımızdan başlatmalıyız. Evinde düzeni sağlamayan, dünyaya düzen veremez. – Konfüçyüs. İşte bu anlayış, gazetecilik için de geçerlidir: Önce kendi ülkemizdeki adaletsizlikleri görünür kılmalıyız; uzak diyarlara dikkat çekmek elbette değerli, ama kendi evimizdeki düzeni sağlamadan dünyaya düzen veremeyiz.

Bir siyasi liderin de dediği gibi: "Her ceviz yuvarlaktır ama her yuvarlak ceviz değildir." Her eline kalem alan gazeteci, her sesini yükselten de hakikat savunucusu değildir.  Kazanan Sumut, kaybeden vicdansız gazetecilik. Onurlu gazetecilik; iktidara da muhalefete de aynı mesafede durabilmeyi, gerçeği her kimden gelirse gelsin dile getirmeyi gerektirir.


 
Neşe BAKIŞ / Kadrajımdaki Hayat / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.