HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 29 EKİM 2025, ÇARŞAMBA

ESARETTEN HÜRRİYETE

10.09.2025 00:00
Her milletin özel günleri vardır.

Bizler için de 10 Eylül tarihi daha başka bir anlam taşır.

Esaretten Hürriyete Orhangazi'mizin kuruluş günü kutlu olsun.

Bugün 10 Eylül Orhangazi'mizin Kurtuluş gününü Tarihçi Gazeteci Yazar Muharrem Değirmen'in kaleme aldığı "Kurtuluş Savaşı'nda Orhangazi" kitabı ile sizlere anlatmaya çalışacağım.

Çok yakın bir zamanda şehit babası olan değerli hocamız İlhan Özçelik'ten iki kitap hediye aldım. Gazeteci-yazar Muharrem Değirmen'e ait bu eserlerden biri, Kurtuluş Savaşı'nda Orhangazi. Bu kitabı tüyleri diken diken olmadan, gözleri dolmadan, boğazına bir yumru oturmadan bitirebilen olmuş mudur, bilmiyorum.

İnsan, doğup büyüdüğü topraklarda yaşananları hane hane, ev ev, isim isim belgelerle okuyunca adeta o günlere ışınlanıyor. Kalpler o korkuyu, o çığlığı, o ateşi iliklerine kadar hissediyor.

Evlere doldurulup yakılanlar…

Namuslarına göz dikilen kadınlar, kızlar…

Kulakları, burunları, kolları kesilen insanlar…

Kılıçtan geçirilen bebekler…

Her biri bizim babalarımızın, annelerimizin, dedelerinin, ninelerinin yaşadığı acılar… Düşününce ne kadar yakın bir tarih, düşününce ne kadar taptaze anılar…

Gedelek Köyü'nün üst taraflarında bulunan Benli ve Yukarı Benli adlı Ermeni köyleriyle yıllarca barış içinde yaşayan Gedelekliler, işgal günlerinde büyük bir ihanetle karşılaştılar. Yunanların desteğini alan bu köylerin halkı, bir zamanlar bağlarında bahçelerinde birlikte çalıştıkları komşularına en vahşi saldırıları başlattı.

Genç erkeklerin çoğu savaşta olduğundan, köyde kalan kadınlar kendilerini Yunan zulmünden korumak için yüzlerine hayvan pisliği ve çamur sürerek saklanmaya çalıştı. Baskınlardan sağ kurtulabilen tek kişi, 11 yaşındaki Hayriye (Erdem) oldu. Annesinin parçalanarak öldürülmesine, köylünün uğradığı vahşete şahit oldu; kendisinin de çenesi parçalandı. Yakmadıkları tek yer taş yapılı köy hamamıydı. Küçük kız geceleri bu hamamda gizlendi, gündüzleri ise hâlâ hayatta kalan, "Su… su…" diye inleyen yaralılara ayakkabısının içinde su taşıyarak yardım etmeye çalıştı. Hayriye, ömrünün geri kalanında yüzünü hep bir örtünün ardında sakladı.

Bütün bu vahşetin içinde, 1913 doğumlu dedemiz Abdullah Buran'ın anlattığı bir detay beni fazlasıyla düşündürdü:

Yunan askerleri köyün bütün erkeklerini bir evde toplayıp evi ateşe vermişti. Fakat o sırada vicdan sahibi bir Yunan askeri, gizlice arka kapıyı açarak insanların kaçmasına imkân tanımıştı.

Demek ki her şeyin olduğu gibi savaşın da bir onuru, bir namusu vardı ve olmalıydı. Onurunu kaybetmeyen vicdanlı insanların çoğalması en büyük dileğimdir.

Vatandaşından paşasına, çocuğundan yaşlısına herkes adeta birbirine kenetlenmişti. Din adamları, imamlar, şeyhler, ulemalar; hepsi Mustafa Kemal Atatürk'ün yanında yer almıştı.

Tümgeneral Deli Halit (Karsıalan) Paşa ve askerleri, geçtikleri yerlerde korkunç manzaralarla karşılaşıyordu:

Kiminin ayağı, kiminin kolu kesilmiş; kiminin gözleri oyulmuş; yol boyunca sayısız ceset… Halit Paşa askerlerine dönerek:

 "Bu gördükleriniz sizin kardeşleriniz, analarınız, bacılarınızdır. Ona göre cesaretlenin, ona göre savaşın!" dedi.

Her çatışmada en ön safta, en şiddetli yerdeydi. Bir gün askerlerinden biri Paşa'nın postallarından su sızdığını fark edip:

"Paşam, yakında bir köy var. Size papuç alalım," dedi.

Halit Paşa ise şöyle karşılık verdi:

 "Askerimin ayakkabısı böyleyken ben başka ayakkabı giyemem."

Yine bir gün, misafir olduğu bir evde kendisi için koyun kesildiğini öğrenince sofraya oturmadan evi terk etti ve şu sözleri söyledi:

 "Askerim ne yiyor ki ben koyun eti yiyeyim?"

Eşini ve iki oğlunu şehit veren, kızının da savaşta parmaklarını kaybetmesine rağmen dimdik ayakta duran kahraman Üsteğmen Kara Fatma'yı anmadan geçmek mümkün değildir. Esir düşüp işkenceler gördükten sonra kaçmayı başaran Kara Fatma yılmamış; Türk kadınına yaraşır bir azimle yeniden cepheye koşmuştur. Kaynaklara göre aldığı üsteğmenlik maaşını da hiç tereddüt etmeden Kızılay'a bağışlamıştır.

Orhangazi daha sonraki yıllarda şu övgüye nail olacaktır:

 "Yeterli gücü olmadığı halde, Yunan işgalinde halkının yurtseverliği nedeniyle düşmanın içeri doğru sokulmasına hayli engel olan Pazarköy (Orhangazi), kaçarken Yunanlılar tarafından bu nedenle tümüyle yakılmıştır. Bu verimli, bol kazançlı, çalışkan ve kahraman halkın çok yakında uzun süredir taşıdığı köy sıfatını çağdaş bir kent durumuna ulaştıracağı kuşkusuzdur."

 (1927 yılı Hüdavendigar Vilayeti Salnamesi)

Bu kitapta yine Atatürk'ün ileri görüşlülüğüne hayranlıkla tanık oldum. 1934 yılında Orhangazi'yi ziyareti sırasında gündeme gelen; Veliyettin Efendi Çiftliği'nin ulusal parka dönüştürülmesi fikri ve İznik Gölü'nün deniz uçakları için üs olarak değerlendirilmesi, onun hem çevreye hem teknolojiye hem de stratejiye bakışını ortaya koymaktadır.

Aziz Şehidim…

Çiçeği burnunda sevdalını mı bıraktın ardında, yoksa süt kokulu yavrucağını mı?

Anne babanın gözlerine bakabildin mi vedalaşırken, yoksa gözyaşlarını arkana dönünce mi akıttın?

Belki hasretini içine gömdün…

Belki yalnızca rüyalarda sarıldın sevdiklerine…

Bastığın yer toprağı mı titretti?

Kalbinin sesi arşı mı inletti?

Hüzün mü vardı cesur gözlerinde, yoksa umut mu?

Senin hüznünü paylaşırcasına gökyüzü yağmur olup aktı mı?

Ve o yağmur, senin kanın gibi bereketini saçtı mı bu topraklara?..

Kitaba ilişkin bu son sözü etmeden geçemezdim:

Lütfen okuyun, okutun.

Bana yukarıdaki satırları, o şiiri yazdıran bu kitap, bakalım size neler fısıldayacak…

BAŞTA MUSTAFA KEMAL ATATÜRK VE SONRA TÜM ŞEHİTLERİMİZİ SAYGI, SEVGİ VE RAHMETLE ANIYORUZ…

 
Neşe BAKIŞ / Kadrajımdaki Hayat / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.