HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 05 KASIM 2025, ÇARŞAMBA

PARAYI YÖNETMEK VE ŞİRKETLERİN ÖNEMİ

06.05.2025 00:00
Dünyayı artık şirketlerin yönettiğini biliyoruz. Büyük devletler, büyük şirketleri kadar büyüktür. Devlet ekonomilerini hayatta tutan bu dev şirketler, oluşturdukları lobiler ile hükümetleri istedikleri gibi yönlendirebiliyor. Bu durum 21. yy'a özel değil. Her zaman böyleydi. Orta Çağ Avrupa'sını da incelerken burjuvalar (tüccarlar), şehir devletlerinin krallarını fonlayarak lordların hâkimiyetini sona erdirip, bu fonladıkları krallara ulus devletlerini kurdurtmuşlardı. 21. yy'da da durum çok farklı değil. Ekonomimizi kalkındırmamızın ve büyük bir devlet olmamızın tek yolu, büyük şirketlere sahip olmakta yatıyor. Devletimiz son zamanlarda ihracat teşviklerini oldukça artırmış durumda. Bu teşvikler, büyük şirketler dışında küçük esnafları da ihracat yapmaya yönlendiriyor. Ancak yeterli değil. Okullarımızda, özellikle işletme fakültelerinde öğrencilere her şeyden önce para yönetimini öğretmeliyiz.

Şu anda paranın %99'luk kısmı, dünya nüfusunun %1'inin elinde bulunuyor. Yapılan bir araştırma ve simülasyona göre, dünyadaki tüm parayı toplayıp dünya nüfusuna tam eşit şekilde bölerek dağıttığımızda ve zamanı 5 yıl ileri aldığımızda görüyoruz ki, paranın %99'u yine nüfusun %1'inin elinde toplanıyor. Demek ki olay, tamamen paranın nasıl yönetileceğini bilmektir. İşletme fakültelerine yeni başlamış öğrencilere ilk iş, şirket kurmayı öğretip akabinde onlara şirket kurdurtmak olmalıdır. Bu öğrenci şirket sahiplerinin şirketleri özel lisanslanmalı ve öğrencilik dönemlerinin tamamında vergilendirilmemelidir. Öğrenciler, derste görüp öğrendikleri her şeyi kendi şirketlerinde uygulamaya çalışmalı ve hocaların gözetiminde iken devlet, küçük hibelerle bu şirketlere destek olmalıdır. Her yıl verdiğimiz binlerce işletme mezunu düşünülürse, her mezun 4 yıllık bir şirketin sahibi olmuş olacaktır. Senede ortalama 100 bin mezun veriyoruz; bu 100 bin şirketin sadece 1/10'u başarılı olsa bile, ülkemize kazandırılmış senelik 10.000 yeni başarılı şirket anlamına gelir. Bu şirketlerin yaptıkları üretim, ithalat ve ihracat ile ülke ekonomimize ciddi katkılarda bulunacağı bir gerçektir. Sadece bu sistemle bile, 20 yıl içinde dünyanın en büyük 500 şirketi arasına muhakkak ki çok daha iddialı bir şekilde onlarca şirketimiz girecektir. Bu başarılı şirketler hem işsizlik oranını düşürecek, hem ülkemize döviz sokacak ve hatta teknoloji üretecektir. Ödedikleri gelir vergileriyle devlet hazinesini de dolduracaklardır.

Şu an hâlihazırda "genç girişimci" adı altında, 30 yaşından küçüklere belli bir süre vergi ödememe gibi teşvikler uygulanıyor. Yani verdiğim tavsiyede ütopik bir durum yok. Mezunlar, mezun olduktan sonra şirketlerini yönetmeye devam etmek zorunda değiller. Kariyerlerini yine istedikleri noktalarda ilerletebilirler. Akademisyen olabilirler ya da başka şirketlerde çalışmak isteyebilirler. Bunun için yapmaları gereken sadece şirketlerini kapatmak. Tabii mezuniyet için uğraşırlarken gelişmiş ve 4 yılda belli bir noktaya gelip güzel cirolar yapan şirketleri de ne kadar kapatmak isterler, onu bilemeyiz. Burada vaat edilen 1/4 başarı oranının bile ülkeye ciddi bir katkı vereceği gerçeğidir. Ciddiye alınmalı, güzel planlanmalı ve uygulamaya geçilmelidir. Ülkemizde orta ve uzun vadede büyük katkı sağlayacağına şüphem yok. Umuyorum ki bu yazı, ilgili yetkililerimizin önüne gelir.

Sağlıcakla kalın.

04.05.2025

Mail adresi: milligokkubbe@gmail.com

X Hesabı: @GokKubbeRuhu

 
Vural IŞIK / GÖKKUBBE / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.