HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 05 KASIM 2025, ÇARŞAMBA

TARIMDA AZALAN GENÇ NÜFUS: TOPRAĞIN GELECEĞİ TEHLİKEDE

05.11.2025 00:00
Türkiye tarımının en sessiz ama en derin krizlerinden biri yaşanıyor: tarlada genç kalmadı. Ne yağmur ne dolu ne de kuraklık kadar yıpratıcı bir gerçek bu. Çünkü artık köylerde sabahın ilk ışığında traktör sesleri duyulmuyor, toprağa sabırla eğilen ellerin çoğu yaşlı. Türkiye'de çiftçilerin yaş ortalaması 59'a yükselmiş durumda. Tarımda genç nüfusun oranı ise yüzde 5'leri bile bulmuyor. Bu tablo, sadece üretim açısından değil, kültür, gelenek ve sürdürülebilirlik açısından da ciddi bir tehlikenin habercisi.

Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) son verilerine göre 15-24 yaş arası gençlerin toplam nüfus içindeki oranı yüzde 15,1'e kadar düştü. Bu oran, Cumhuriyet tarihinin en düşük seviyelerinden biri. Gençler, kırsalda kalmak yerine şehirde asgari ücretli işlerde ya da hizmet sektöründe kendine yer buluyor. Köyde doğup şehirde büyüyen bir nesil var artık. Toprakla bağı kopmuş, üretimle ilgisi azalmış bir gençlikten bahsediyoruz. Bu durum, Türkiye'nin gelecekte gıda güvenliği açısından yaşayabileceği sorunların ilk işaret fişeği gibi.

Tarım artık gençler için cazip bir meslek değil. Bunun sebepleri çok. Öncelikle ekonomik koşullar… Mazot, gübre, ilaç, yem ve enerji fiyatlarındaki artış, üretim maliyetlerini katlanılamaz hale getirdi. Ürün fiyatları ise aynı oranda artmadı. Genç bir üretici için risk büyük, kazanç küçük. Hal böyle olunca gençler tarıma yönelmek yerine fabrikaya, ofise ya da şehre göç ediyor. Köyde kalmak bir "fedakârlık" olarak görülüyor. Tarımın bir gelecek vadetmediği düşüncesi, gençlerin toprağa küsmelerine yol açıyor.

Bir diğer neden ise kırsal yaşamın sosyal cazibesini kaybetmesi. Bugün birçok köyde gençlerin sosyal hayatı neredeyse yok. İnternet altyapısı yetersiz, eğitim ve kültür faaliyetleri sınırlı, sağlık ve ulaşım hizmetlerine erişim zor. Gençler, "şehirli olmak"la "gelecek sahibi olmayı" eş tutuyor. Ancak o şehirlerde buldukları da çoğu zaman geçici işler, düşük ücretler ve kiralık bir yaşam oluyor. Kırsalda kalmak, üretmek, ailesinin toprağını sürdürmek yerine, şehirde hayatta kalmaya çalışmak, yeni neslin kaderi haline gelmiş durumda.

Türkiye Ziraat Odaları Birliği'nin yaptığı araştırmaya göre, 40 yaş altı çiftçilerin oranı yüzde 10'un altında. Buna karşılık 50 yaş üstü çiftçilerin oranı yüzde 60'ın üzerinde. Bu tablo, tarımın geleceğini taşıyacak genç omurganın neredeyse çöktüğünü gösteriyor. Üstelik çiftçilerin yaşlanmasıyla birlikte tarımsal yeniliklere uyum da yavaşlıyor. Dijital tarım, akıllı sulama sistemleri, drone ile ilaçlama gibi modern uygulamaları benimseyecek olan kesim gençlerdi. Ama o gençler artık tarlada değil.

Orhangazi ve çevresi gibi hem tarım hem sanayi ile iç içe ilçelerde bu durum daha net hissediliyor. Eskiden her evde birkaç dönüm zeytinlik, birkaç baş hayvan, kendi tarlasını süren bir aile vardı. Bugün o evlerin çocukları, sabah tarlaya değil servise biniyor. Zeytin hasadına katılmak yerine fabrikada vardiyaya giriyorlar. Köyde kalan yaşlılar ise artık üretim yükünü tek başına taşıyamıyor. Zeytin, mısır, süt ve meyve üretiminde bir süreklilik krizi var. Tarlalar boşalıyor, bağlar bakımsız kalıyor, hayvancılık giderek küçülüyor. Gençlerin gitmesiyle birlikte üretimin belleği de gidiyor.

Bu durum sadece ekonomik bir kayıp değil; aynı zamanda kültürel bir kopuş. Çünkü tarım sadece üretmek değil, yaşamak demektir. Toprakla, iklimle, doğayla bir denge kurmak demektir. Oysa köyden kente göçle birlikte bu bağ zayıfladı. Artık köy, çocukluğun anısı; şehir ise mecburiyetin adresi. Gençlerin toprağa dönmemesi, bir süre sonra o toprağın da onları kabul etmemesine yol açacak. Çünkü boş kalan toprak çoraklaşır, terk edilen köy yaşlanır, unutulan üretim biçimi kaybolur.

Gençlerin tarımdan kopuşunu önlemek için ciddi bir dönüşüme ihtiyaç var. Öncelikle, genç çiftçilere yönelik desteklerin güçlendirilmesi şart. Genç çiftçi hibeleri, düşük faizli krediler, ekipman destekleri ve üretim garantili alım politikaları gençleri yeniden toprağa çekebilir. Tarım sadece sabanla değil, yazılımla da yapılabilen bir meslek haline gelmeli. Tarım teknolojilerine erişim kolaylaştırılmalı, üniversite mezunu gençler köylerine dönüp modern üretim yapabilmeli.

Eğitim sisteminin tarıma yeniden değer kazandırması da önemli. Meslek liselerinde, yüksekokullarda tarım, ziraat, gıda teknolojisi gibi alanlara ilgi artırılmalı. Tarımı küçümseyen değil, tarımla gurur duyan bir anlayış yerleşmeli. Tarımda verimlilik, markalaşma, kooperatifleşme gibi konularda gençlerin fikirleri alınmalı, üretim sadece bir zorunluluk değil, bir girişimcilik alanı olarak görülmeli.

Unutmamak gerekir ki, bugün tarladan çekilen her genç, yarının sofralarından eksilen bir üründür. Gençlerin yeniden üretime kazandırılması, sadece çiftçinin değil, ülkenin geleceğinin garantisidir. Gıda güvenliği, yerli üretim, ekonomik bağımsızlık gibi kavramların hepsi tarımın içinde saklıdır. Genç nüfusu kaybeden bir tarım ülkesi, aslında kökünü kaybediyor demektir.

Bu nedenle mesele sadece tarım politikası değil, bir gelecek meselesidir. Gençlerin toprakla yeniden buluştuğu, köylerin yeniden canlandığı, üretimin bilgiyle birleştiği bir Türkiye mümkün. Bunun için öncelikle "toprağı sevmek" kadar "toprağa inanan" bir nesle ihtiyaç var. Çünkü toprağı terk eden bir millet, geleceğini de terk eder.

Tarlada genç kalmadı; ama umut hâlâ var. O umut, yeniden toprağa dönecek, aklını ve emeğini üretime katacak gençlerle filizlenecek. Yeter ki o gençlere, bu ülkenin toprağında bir gelecek olduğunu hatırlatalım.

 
Enbiya Bakır / 'ZAFER' e Doğru / diğer yazıları
•TARIMDA AZALAN GENÇ NÜFUS: TOPRAĞIN GELECEĞİ TEHLİKEDE 05 00:00:00.11.2025
•Atatürk’ün Gençliğe Emanet Ettiği Sonsuz Işık 29 00:00:00.10.2025
•Kinin, İhmalin ve Sessizliğin Hikâyesinde Orhangazi 22 00:00:00.10.2025
•ORHANGAZİ’DE UMUT ARAYAN BİR NESİL 14 00:00:00.10.2025
•Yöneten Yok, Sorumlu Yok: Orhangazi Sahipsiz!.. 07 00:00:00.10.2025
•HANGİ TARIM POLİTKALARI? 02 00:00:00.10.2025
•ORHANGAZİ’NİN GELECEĞİ İPOTEK ALTINDA 25 00:00:00.09.2025
•Orhangazi’nin Kurtuluşunda Tarih, Vefa ve Eksiklikler 17 00:00:00.09.2025
•Refik Atay ve Derviş Tarakçıoğlu 10 00:00:00.09.2025
•Gençlik Umudun ve Çıkmazların Kesişiminde 03 00:00:00.09.2025
•Bir Milletin Varoluş Destanı 30 Ağustos 29 00:00:00.08.2025
•Depreme Hazırlıksız Orhangazi 20 00:00:00.08.2025
•Yeniköy Sahası Çürürken Kim Seyirci, Kim Sorumlu? 12 00:00:00.08.2025
•Bursa Mitinginde Milli Duruşun Fotoğrafı 05 00:00:00.08.2025
•Orman Yangınları ve Sınıfta Kalan Orman Bakanı 29 00:00:00.07.2025
•Bekir Aydın! Hani sporcunun dostu idin? 24 00:00:00.07.2025
•GENÇLERİN SESSİZ ÇIĞLIĞI: ORHANGAZİ’DE SOSYAL YAŞAM NEREDE? 15 00:00:00.07.2025
•Kerbela ve Hz. Hüseyin’den Öğrendiğim İlk Hakikat 05 00:00:00.07.2025
•GÖZÜMÜZÜN ÖNÜNDE UNUTULAN BİR TARİH ILIPINAR HÖYÜĞÜ 02 00:00:00.07.2025
•Yaşamın Kökü mü, Kârın Dibi mi? 25 00:00:00.06.2025
•Yönetilemeyen İlçe Orhangazi 18 00:00:00.06.2025
•Çocukların Gözlerinde Saklı Bir Milletin Hikayesi 11 00:00:00.06.2025
•Bir Otelin Sessiz İhaneti 29 00:00:00.05.2025
•Bir Milletin Dirilişi ve Gençliğe Emanet Edilen Bir Cumhuriyet 18 00:00:00.05.2025
•Ekümeniklik İddiası ve Lozan Antlaşması 13 00:00:00.05.2025
•Bu Bir Gözdağı mı, Yoksa Sessiz Bir Keşif mi? 05 00:00:00.05.2025
•Milli Egemenlik, Göç Politikaları ve Tehdit Altındaki Türkiye 22 00:00:00.04.2025
•Şehitlerimizi Unutmak İhanettir, Anmak ise Vefa Borcudur! 16 00:00:00.04.2025
•Prof. Dr. Haydar Baş’ı Vefatının 5. Yılında Rahmetle Anıyoruz 14 00:00:00.04.2025
•Adaletin Peşinde: Tarihten Günümüze Adalet Mücadelesi 09 00:00:00.04.2025
•Orhangazi'nin Lojistik ve Depolama Potansiyeli: Değerlendirilmeyi Bekleyen Bir Fırsat 26 00:00:00.03.2025
•Çanakkale’de Kanla Yazılan Destan ve Orhangazi’nin Kahraman Evlatları 16 00:00:00.03.2025
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.