HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 29 EKİM 2025, ÇARŞAMBA

Atatürk’ün Gençliğe Emanet Ettiği Sonsuz Işık

29.10.2025 00:00
Bir milletin küllerinden doğuşunun, karanlıktan aydınlığa yürüyüşünün, esaretten özgürlüğe yükselişinin adıdır CUMHURİYET. 29 Ekim 1923'te Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde ilan edilen Cumhuriyet, sadece bir yönetim biçiminin değişimi değil; bir çağın kapanıp yeni bir çağın başlamasıydı. Artık bu topraklarda irade bir kişiye değil, millete aitti. "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" sözü, sadece bir cümle değil, yüzyılların zincirini kıran bir devrimdi.

O gün, savaşlardan yorgun, yoksul ama dimdik bir millet ayağa kalktı. Atatürk ve silah arkadaşları, yalnızca bir zafer kazanmadılar; bir halkı yeniden tanımladılar. Cumhuriyet, köylünün, işçinin, memurun, kadının, erkeğin, öğrencinin, öğretmenin, her bir ferdin eşit yurttaş olduğu bir düzenin adıydı. Artık kimsenin kaderi sarayda, tahtta, sultanın keyfinde yazılmayacaktı. Millet, kendi geleceğinin mimarı olacaktı.

Cumhuriyet, halkı kulluktan vatandaşlığa taşıyan büyük devrimdir. Bu devrim, Anadolu'nun dört bir yanında yakılmış bir meşaledir. Cehaletin karanlığını bilimin ışığıyla yarmış, umutsuzluğun yerini inançla, korkunun yerini cesaretle doldurmuştur. Atatürk'ün "Benim en büyük eserim Cumhuriyettir" sözü, aslında bir milletin yeniden var oluşunun özeti, bir ulusun kendi kaderine sahip çıkma iradesinin sembolüdür.

Cumhuriyet'in en büyük gücü, gençliktir. Atatürk'ün gözünde gençlik, yalnızca yaş olarak genç olanlar değil; fikirde, vicdanda, yürekte genç kalanlardı. Atatürk, bir ömür boyu umudunu Türk gençliğine bağladı. Çünkü o biliyordu ki Cumhuriyet, ancak gençliğin enerjisiyle yaşar; ancak gençliğin bilimi, inancı, aklı ve karakteriyle ilerler.

"Ey Türk gençliği!" diyerek başlayan o büyük hitabe, yalnızca bir hitap değil, bir vasiyetti. Her kelimesiyle bir görev, her cümlesiyle bir sorumluluk yüklerdi omuzlarımıza. O gençlik, Atatürk'ün çizdiği gibi; yılmadan, yıkılmadan, karanlığa teslim olmadan yürümek zorundaydı.

Atatürk'ün gençliğe olan inancı, savaş meydanlarında bile sarsılmadı. O, geleceği gördü. Bilimin ve aklın yolunda yürüyen bir gençliğin, bu ülkeyi sonsuza dek aydınlıkta tutacağını biliyordu. "Bütün ümidim gençliktedir" derken, aslında Cumhuriyet'in bekçilerini işaret ediyordu. Bugün bu ülkenin fabrikalarında, tarlalarında, üniversitelerinde, laboratuvarlarında, atölyelerinde çalışan her genç, Cumhuriyet'in yaşayan enerjisidir.

O gençlik, sorgulayan, düşünen, üreten, okuyan, sanatı seven, bilime inanan gençliktir. Karanlığa teslim olmayan, baskıya boyun eğmeyen, her koşulda "Hayır, bu ülke bizimdir" diyebilen gençliktir. Cumhuriyet gençliği, Atatürk'ün gösterdiği hedefe; çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkmaya kararlı gençliktir.

Bugün Cumhuriyet 102 yaşında. Ama onun yaşı takvimle değil, gençliğin yüreğindeki inançla ölçülür. Her yıl 29 Ekim'de dalgalanan bayrak, sadece bir sembol değil; geçmişin fedakârlıklarıyla yoğrulmuş, geleceğe uzanan bir yemin belgesidir. Biz o yemini her yıl değil, her gün yeniden etmeliyiz. Cumhuriyet, sadece kutlanmaz; yaşatılır, savunulur, korunur.

Cumhuriyet'in kurucuları, bize bir ülke değil, bir görev bıraktılar. O görev, adalete sahip çıkmaktır. O görev, bilime, eğitime, kadına, emeğe, eşitliğe değer vermektir. Cumhuriyet, her çocuğun eşit doğduğu, her gencin hayal kurabildiği bir ülkenin adıdır. Ve o ülkenin ayakta kalması, bizlerin kararlılığına bağlıdır.

Atatürk, Cumhuriyet'i kurarken asla geçmişle hesaplaşmadı; geleceği inşa etti. O geleceğin temeline halkı koydu, aklı koydu, bilimi koydu. "Cumhuriyet düşüncede, bilgide, sağlıkta güçlü ve yüksek karakterli koruyucular ister" diyerek, Cumhuriyet'in sadece yasalarla değil, karakterle korunacağını söyledi.

Bu nedenle Cumhuriyet bir rejim değil, bir ahlaktır. Namusla, vicdanla, emekle yaşatılır.

Bugün Cumhuriyet, kimi zaman saldırıya uğrasa da, kimi zaman unutturulmak istendiyse de, o büyük meşale hâlâ yanmaktadır. Çünkü onu koruyan, bir avuç inançlı yürek hâlâ vardır. O yürekler Atatürk'ün gençliğidir. O gençlik, bu ülkenin asla diz çökmeyeceğini, asla karanlığa teslim olmayacağını her defasında haykıracaktır.

Cumhuriyet, her sabah doğan güneş gibidir. Gölge düşürmek isteyenler olabilir, ama hiçbir karanlık onun ışığını söndüremez. Çünkü o ışık, bir milletin alın terinde, bir annenin duasında, bir öğretmenin kaleminde, bir askerin yemininde, bir gencin yüreğinde yanmaktadır.

Bugün, 29 Ekim'de, bu milletin en büyük onur gününü kutlarken, sadece geçmişe değil geleceğe de bakıyoruz. Atatürk'ü, silah arkadaşlarını, Cumhuriyet'in kuruluşuna emek veren isimsiz kahramanları minnetle anıyoruz. Onlar bize yalnız bir ülke değil, bir onur bıraktılar. Biz de o onuru sonsuza dek taşımaya ant içiyoruz.

Yaşasın Cumhuriyet!

Yaşasın Atatürk!

Yaşasın bu toprakların inançla, umutla, cesaretle yürüyen gençliği!

Kutlu olsun 29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız  sonsuza kadar!

 
Enbiya Bakır / 'ZAFER' e Doğru / diğer yazıları
•Atatürk’ün Gençliğe Emanet Ettiği Sonsuz Işık 29 00:00:00.10.2025
•Kinin, İhmalin ve Sessizliğin Hikâyesinde Orhangazi 22 00:00:00.10.2025
•ORHANGAZİ’DE UMUT ARAYAN BİR NESİL 14 00:00:00.10.2025
•Yöneten Yok, Sorumlu Yok: Orhangazi Sahipsiz!.. 07 00:00:00.10.2025
•HANGİ TARIM POLİTKALARI? 02 00:00:00.10.2025
•ORHANGAZİ’NİN GELECEĞİ İPOTEK ALTINDA 25 00:00:00.09.2025
•Orhangazi’nin Kurtuluşunda Tarih, Vefa ve Eksiklikler 17 00:00:00.09.2025
•Refik Atay ve Derviş Tarakçıoğlu 10 00:00:00.09.2025
•Gençlik Umudun ve Çıkmazların Kesişiminde 03 00:00:00.09.2025
•Bir Milletin Varoluş Destanı 30 Ağustos 29 00:00:00.08.2025
•Depreme Hazırlıksız Orhangazi 20 00:00:00.08.2025
•Yeniköy Sahası Çürürken Kim Seyirci, Kim Sorumlu? 12 00:00:00.08.2025
•Bursa Mitinginde Milli Duruşun Fotoğrafı 05 00:00:00.08.2025
•Orman Yangınları ve Sınıfta Kalan Orman Bakanı 29 00:00:00.07.2025
•Bekir Aydın! Hani sporcunun dostu idin? 24 00:00:00.07.2025
•GENÇLERİN SESSİZ ÇIĞLIĞI: ORHANGAZİ’DE SOSYAL YAŞAM NEREDE? 15 00:00:00.07.2025
•Kerbela ve Hz. Hüseyin’den Öğrendiğim İlk Hakikat 05 00:00:00.07.2025
•GÖZÜMÜZÜN ÖNÜNDE UNUTULAN BİR TARİH ILIPINAR HÖYÜĞÜ 02 00:00:00.07.2025
•Yaşamın Kökü mü, Kârın Dibi mi? 25 00:00:00.06.2025
•Yönetilemeyen İlçe Orhangazi 18 00:00:00.06.2025
•Çocukların Gözlerinde Saklı Bir Milletin Hikayesi 11 00:00:00.06.2025
•Bir Otelin Sessiz İhaneti 29 00:00:00.05.2025
•Bir Milletin Dirilişi ve Gençliğe Emanet Edilen Bir Cumhuriyet 18 00:00:00.05.2025
•Ekümeniklik İddiası ve Lozan Antlaşması 13 00:00:00.05.2025
•Bu Bir Gözdağı mı, Yoksa Sessiz Bir Keşif mi? 05 00:00:00.05.2025
•Milli Egemenlik, Göç Politikaları ve Tehdit Altındaki Türkiye 22 00:00:00.04.2025
•Şehitlerimizi Unutmak İhanettir, Anmak ise Vefa Borcudur! 16 00:00:00.04.2025
•Prof. Dr. Haydar Baş’ı Vefatının 5. Yılında Rahmetle Anıyoruz 14 00:00:00.04.2025
•Adaletin Peşinde: Tarihten Günümüze Adalet Mücadelesi 09 00:00:00.04.2025
•Orhangazi'nin Lojistik ve Depolama Potansiyeli: Değerlendirilmeyi Bekleyen Bir Fırsat 26 00:00:00.03.2025
•Çanakkale’de Kanla Yazılan Destan ve Orhangazi’nin Kahraman Evlatları 16 00:00:00.03.2025
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.