HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 30 EKİM 2025, PERŞEMBE

Orman Yangınları ve Sınıfta Kalan Orman Bakanı

29.07.2025 00:00
Bursa yanıyor. Ve biz yine bir orman yangınının karşısında, çaresizce alevlerin yayılışını izliyoruz. Bu defa yangın Mudanya'da, İznik'te değil; Gürsu'nun, Kestel'in ciğerlerinde, köylerin yamacında, binlerce dönüm ormanın tam ortasında patladı. Rüzgârın önüne kattığı alevler köylerin kapısına dayandı, 1.700'den fazla insan tahliye edildi, tarım alanları, zeytinlikler, meralar cayır cayır yandı. Yangınla birlikte göğe yükselen duman sadece ağaçları değil, bu şehrin nefesini de boğuyor. Bursa'nın o bereketli toprağı, Uludağ'ın eteğinden ovaya kadar uzanan yeşil kuşağı küle çeviren bu ateş, aslında yıllardır biriken sorumsuzluğun ateşidir.

Her yangında aynı manzarayı yaşıyoruz: Kameralar açılıyor, "Tüm ekiplerimiz sahada" deniliyor. Ama gerçek sahada olan kim? Yine köylüler. Yine gönüllüler. Yine gece gündüz uykusuz itfaiye erleri, orman işçileri. Bir damla suyu bile yangının içine taşımak için el ele veren insanlar var. Peki sorumluluk makamı nerede? Yangın çıkmadan önce hava filosunu güçlendirmesi gereken, yangın yollarını açması gereken, bölge müdürlüklerini hazırlaması gereken, risk haritalarını güncellemesi gereken, denetimleri eksiksiz yapması gereken Orman Bakanlığı nerede? Bursa'da 1.700 kişi evi barkı bırakıp kaçarken, Orman Bakanı nerede?

Bir kenti şehir yapan sadece betonu, fabrikası değildir; toprağıdır, ağacıdır, gölgesidir, suyudur. Bursa'yı Bursa yapan, Uludağ'ın karı kadar, Gürsu'nun, Kestel'in, Osmangazi'nin ormanıdır. Bugün alevler içinde kalan her dal, aslında bu şehrin geleceğinden koparılıyor. Ve bu kaybın sorumlusu fırtına değil, sıcak hava değil, plansızlıktır, vurdumduymazlıktır. Yıllardır her yangından sonra yazılıp çizilen raporlar, vaat edilen uçak filoları, söz verilen yeni ekipmanlar, eğitilecek personeller... Hepsi kâğıt üstünde. Yangın başlayınca helikopter yetişmez, arazöz gecikir, köylü kendi imkanına kalır. Bakan ise "Kamuoyunu bilgilendiriyoruz" deyip, birkaç sosyal medya mesajıyla sahada olduğunu sanır.

Bursa yanarken o koltuk boş sayılır. Çünkü bir yangın sadece suyla değil, yönetimle söner. Saha organizasyonu, doğru ekipman, anında müdahale olmadan ne helikopterin ne itfaiyenin gücü yeter. Ama bu ülkede ne yazık ki bir orman yangınıyla baş etmek hâlâ vatandaşın sırtına kalıyor. Bir avuç insan alevlere göğüs geriyor, bakan ise makam odasında rapor okuyor.

Gürsu'nun köylüsü, Kestel'in çiftçisi, ovada tarlasını bırakıp hortumla, kazmayla, kürekle yangına dalıyor. O köylünün gözündeki korku, çaresizlik, evini kurtarma telaşı... O telaşın karşılığı makamda yok. Çünkü o makam sorumluluğunu unutmuş, koltuğun ağırlığını taşıyamıyor. Bir bakan gider, öteki gelir. Ama o yanan orman bir ömür geri gelmez. Yangının küle çevirdiği her dal, sadece bugünü değil, yarının yağmurunu, toprağını, nefesini de götürür.

Yangın bir gün biter. Alevler söner. Ama Bursa'nın ciğeri söndükten sonra geriye kararmış toprak, kurumuş köyler, boşaltılmış evler kalır. O köylerin içine yeniden fidan dikilir elbet. Ama o fidana su verecek sabır, umut, inanç kalır mı? İşte asıl mesele bu. Bir ülke, her yangında aynı sorumsuzluğu tekrar tekrar yaşarsa o ülkenin yeşili değil, geleceği yanar.

Bursa bugün yanıyor. Ve hepimiz biliyoruz ki bu yangının küllerinden ne kadar yeni fidan filizlenirse filizlensin, bu sorumluluğun, bu yokluğun, bu sessizliğin hesabı sorulmadıkça bu hikâye bitmeyecek. Yangınlar bitecek, ama yangını hazırlayan ihmaller hep yeniden çıkacak. Bursa'nın külü hepimizin ciğerine dolacak, ama birileri yine koltuğunda oturmaya devam edecek.

Bursa yanıyor, Bakan yine yok.

Ve biz, bir gün bu koltuklar değil, bu ormanlar baki kalsın diye yazmaya, söylemeye devam edeceğiz.


******

Bu zorlu günlerde, benim için sadece bir aile büyüğü değil, aynı zamanda yaşamın tüm güzelliklerini ve zorluklarını büyük bir metanetle karşılayan, sevgi ve şefkatin en saf halini temsil eden değerli ağabeyim Gazetemiz Genel Yayın Yönetmeni Muharrem Değirmen'in annesi Kadriye Değirmen Annemizi kaybetmenin derin üzüntüsünü yaşıyoruz. Kadriye Anne, yaşamı boyunca aile bağlarının, dayanışmanın ve insan olmanın en nadide örneklerini sergilemiş; sevgiyle, sabırla ve fedakârlıkla çevresindekilere ışık olmuş nadir insanlardan biriydi. Onun varlığı, sevdiklerine verdiği güç, sabrı ve sükûnet, tüm ailemiz için büyük bir hazineydi. Bugün onun yokluğunu derinden hissetmekle birlikte, bıraktığı izlerin, anılarının ve değerlerinin bize rehberlik edeceğine yürekten inanıyoruz.

Başta sevgili ağabeyim Muharrem Değirmen olmak üzere, tüm aile fertlerine sabır, dayanma gücü ve metanet diliyorum. Böyle büyük bir kaybın acısı, kelimelerle tarif edilemeyecek kadar ağırdır; ancak Kadriye Annenin hayatı boyunca gösterdiği dirayet, iyilik ve sevgi dolu mirası, bizlere yol göstermeye devam edecek. Onun hatırası, sadece ailemiz için değil, onu tanıyan herkes için bir ışık, bir rehberdir. Kadriye Annemize Allah'tan rahmet, ailesine ve sevenlerine başsağlığı, sabır ve teselli diliyorum. Mekânı cennet, ruhu şad olsun.

 
Enbiya Bakır / 'ZAFER' e Doğru / diğer yazıları
•Atatürk’ün Gençliğe Emanet Ettiği Sonsuz Işık 29 00:00:00.10.2025
•Kinin, İhmalin ve Sessizliğin Hikâyesinde Orhangazi 22 00:00:00.10.2025
•ORHANGAZİ’DE UMUT ARAYAN BİR NESİL 14 00:00:00.10.2025
•Yöneten Yok, Sorumlu Yok: Orhangazi Sahipsiz!.. 07 00:00:00.10.2025
•HANGİ TARIM POLİTKALARI? 02 00:00:00.10.2025
•ORHANGAZİ’NİN GELECEĞİ İPOTEK ALTINDA 25 00:00:00.09.2025
•Orhangazi’nin Kurtuluşunda Tarih, Vefa ve Eksiklikler 17 00:00:00.09.2025
•Refik Atay ve Derviş Tarakçıoğlu 10 00:00:00.09.2025
•Gençlik Umudun ve Çıkmazların Kesişiminde 03 00:00:00.09.2025
•Bir Milletin Varoluş Destanı 30 Ağustos 29 00:00:00.08.2025
•Depreme Hazırlıksız Orhangazi 20 00:00:00.08.2025
•Yeniköy Sahası Çürürken Kim Seyirci, Kim Sorumlu? 12 00:00:00.08.2025
•Bursa Mitinginde Milli Duruşun Fotoğrafı 05 00:00:00.08.2025
•Orman Yangınları ve Sınıfta Kalan Orman Bakanı 29 00:00:00.07.2025
•Bekir Aydın! Hani sporcunun dostu idin? 24 00:00:00.07.2025
•GENÇLERİN SESSİZ ÇIĞLIĞI: ORHANGAZİ’DE SOSYAL YAŞAM NEREDE? 15 00:00:00.07.2025
•Kerbela ve Hz. Hüseyin’den Öğrendiğim İlk Hakikat 05 00:00:00.07.2025
•GÖZÜMÜZÜN ÖNÜNDE UNUTULAN BİR TARİH ILIPINAR HÖYÜĞÜ 02 00:00:00.07.2025
•Yaşamın Kökü mü, Kârın Dibi mi? 25 00:00:00.06.2025
•Yönetilemeyen İlçe Orhangazi 18 00:00:00.06.2025
•Çocukların Gözlerinde Saklı Bir Milletin Hikayesi 11 00:00:00.06.2025
•Bir Otelin Sessiz İhaneti 29 00:00:00.05.2025
•Bir Milletin Dirilişi ve Gençliğe Emanet Edilen Bir Cumhuriyet 18 00:00:00.05.2025
•Ekümeniklik İddiası ve Lozan Antlaşması 13 00:00:00.05.2025
•Bu Bir Gözdağı mı, Yoksa Sessiz Bir Keşif mi? 05 00:00:00.05.2025
•Milli Egemenlik, Göç Politikaları ve Tehdit Altındaki Türkiye 22 00:00:00.04.2025
•Şehitlerimizi Unutmak İhanettir, Anmak ise Vefa Borcudur! 16 00:00:00.04.2025
•Prof. Dr. Haydar Baş’ı Vefatının 5. Yılında Rahmetle Anıyoruz 14 00:00:00.04.2025
•Adaletin Peşinde: Tarihten Günümüze Adalet Mücadelesi 09 00:00:00.04.2025
•Orhangazi'nin Lojistik ve Depolama Potansiyeli: Değerlendirilmeyi Bekleyen Bir Fırsat 26 00:00:00.03.2025
•Çanakkale’de Kanla Yazılan Destan ve Orhangazi’nin Kahraman Evlatları 16 00:00:00.03.2025
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.