HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 29 EKİM 2025, ÇARŞAMBA

YETER Kİ SEN UMUTLA YAŞA…

29.10.2025 00:00
Kibirli bir sataşmayla başlar,bir yandaki gönüllü bir dayanışmaya.. Bir yanda Dayanışma Gönüllüleri, öte yanda sataşma sürüleri…

Bir yanda örgütlü 
iyilik, öte yanda örgütlü kötülük...


Fay hattı ile ikiye bölünmüş şehirler, kasabalar ve hatta köyler ile çaresizliğe bürünmüş ve ikiye bölünmüş toplum..  Ama kuşkusuz böyle gelmiş böyle gitmeyecektir. Aksini düşünmek bile yeni bir felakettir.

Tek olan, yeşerecek ve sulanacak bir umut çiçeğidir artık..

Umut kavramının bir güç kaynağı olarak tanımlanmasını, bir insanı hayata bağlaması örneğini ele alarak düşünebiliriz. Geçmişte, bugün hatta gelecekte dahi açlık ve sefalet gibi çok zor şartlar altında yaşamış, yaşayan ve yaşayacak insanları düşündüğümüzde..

Umutsuzluk ve umutlu olmak, zihnimizdeki geçmiş ve gelecek zamanla ilişkili bir durum olsa da, zaman açısından bakıldığında göreceliliğin ne kadar da etkin olduğunu anlayabiliriz.

Sıradan ve sahici insanların kısacık ve küçücük mutlulukları bile enkaz altında kaldı. Oysa çoğu kez o mutluluklarını bile fark etmezlerdi. Ve bazen fark edebildiklerinde, o kısacık ve küçücük mutlulukları ömre bedel olurdu.

Siz hiç yeniden doğdunuz mu? İliklerinize kadar yaşadığınızı hissettiniz mi hiç ? Birçok dil, birçok yer ve her biri birbirinden farklı özelliklere sahip insanların olduğu bir gezegende yaşıyoruz hepimiz. Bu farklılıkların içerisinde tek bir ortak noktası var insanoğlunun : Umut etmek..

Üç düşmanımız var elbetteki,cehalet, örgütsüzlük ve umutsuzluk. Devrimler çağına dair yapılabilen her şeyin başlangıçlarını yenmemiz gereken bu düşmanlara inat..

Türkiye'nin sokaklarında yükselen öfkeli çığlıklar, bir kez daha tarihsel bir dönüm noktasının eşiğinde olduğumuzu hissettiriyor. Bugün tarikatların, saçma sapan derneklerin, din bezirganları'nın elinde Mustafa Kemal'in çağdaş uygarlık idealinden kopmuş görünen bir ülke var. O gün de öyleydi. Koskoca bir imparatorluk Sevr Antlaşmasıyla kıskaca alınmış, bir zamanlar yönettiği Yunanistan'ın işgaline uğramış, umudunu yitirmiş bir konumdaydı. İnsanlar parça parça bir yerlerde çete savaşı veriyor olsa da toplum, genelde umudunu yitirmiş, kaderine razı olmuş, Sevr'in çizdiği daracık sınırlara sıkışmayı bekler havadaydı.  

Şimdi her türlü karşı devrim siyaseti, kayyımlar, komplo teorileri üzerine kurulu operasyonlarla , seküler toplum bilincini yıkmakla uğraş veren bir iktidara karşın, bu topyekün garabe yapılara olan UMUTSUZ olma, cehennemin kendi adı olur bu toplum için..

Bunun için her gün yaşadığımız eşitsizlikleri, haksızlıkları ve hukuksuzlukları önlemek; faşizmin kurumsallaşmasını ve 'tek adam yönetimi'ni durdurmak; kadın özgürlüğünden, emekten ve ekolojiden yana güçlü bir mücadeleyi sürdürmek için kararlı ve cesaretli duruşta ısrar gerekiyor.

Türkiye artık açıkça servet paylaşımının çok aşırı dengesiz olduğu, nüfusun ancak %10'unun Avrupa standartlarında yaşadığı, servetin çok büyük bir kısmının küçük bir elitte toplandığı, yoğun bir beyin göçünün gençler de ağızlarda pelesenk olan ve Suriyeden , Afganistan dan gelen göçmenlerle , romantik bir milliyetçilik ağzıyla sözde Avrupayı dize getirmek olan bir yapının varlığını bilmekle umutsuz olmamayı sahiplenmek tek görev olmalı..

Hal böyle olunca, önümüzdeki seçim bile artık iyilik ile kötülük arasındaki bir seçim denklemindedir. Bu kadar basittir..

Türk siyasetinde iki türden umudun mücadelesi kendini gösteriyor. Birincisi, gerçeklerden uzaklaşarak sahte zafer ve fetih rüyasının ipine sarılan umut… Bu, yanlış umuttur. Diğer umut ise gerçeklerle yüzleşme cesareti gösteren, mevcut sorunların aşılması için aktif çözüm yolları arayan, eylemi ve değişimi önceleyen politik bir erdem olarak umut…

Rehavetin yeşerdiği her toplumsal mücadele , önderlik kimliğinin cesareti ve iletişim deki insan ile başlıyan değerin içsel bir hazine olduğunuı görebilmekle başlıyor , ne şairler  ki umut sevecenliğini , bir mücadele olduğunu dizelerini yaşamıştır, yaşamıştır diyorum bedelsiz yazı olmaz çünkü..

Koşmalı derim şimdi..

Koşanlarla birlikte , sahici insanlar yani..

Çünkü başka türlü anlatılmaz

O sahici insanların  mutlulukları

Bilir. bir ömre bedel olur umutları

Kavgalarının parası yoktur, borcuda çoktur..

Upuzun düşler de, kocaman yürekleri vardır..

Zira her şeyleride vardır o sahici gözlerde.

Baktıkları yerde buldukları umut , küçük mutluluk ..

İşte bütün iş, şairin dediği gibi , YÜREK YANİ..

Bunu farkettikleri zaman o sahici insanlar,

Umutları devinir, Devrim olur…

 
Kürşat CÜCÜK / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.