HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 05 KASIM 2025, ÇARŞAMBA

MAFYA BİLE! ÇATLADI BU İŞE…

17.09.2025 00:00
Siyasi tarihimizde siyaset-mafya-ticaret-devlet ilişkisi gündemden düşmemiştir, nitekim Sedat Peker videoları da hemen akla Susurluk hadisesini getirdi.

3 Kasım 1996 tarihinde Balıkesir'in Susurluk ilçesi yakınlarında lüks bir Mercedes gariban bir kamyona çarpmış, kazada DYP'nin Kürt aşiret lideri milletvekili Sedat Bucak sağ kurtulmuş ama arabasındaki "ülkücü mafya şefi" olarak aranan Abdullah Çatlı ve İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ ölmüştü. Susurluk sonrasında faili meçhul cinayetleri de kapsayan bir dizi siyaset-mafya-ticaret-devlet ilişkisi açığa çıkmıştı.

Devlet-mafya ilişkisi, bir kişiyle veya suç örgütüyle sınırlanamaz.

Organize suç örgütleri, sadece suç örgütleri değildirler veya suçları tek başlarına işlememektedirler. Organize suç örgütlerinin en büyük müttefiki, siyasettir.

Organize suç örgütleri, siyaset içindeki uzantılarıyla siyaseti kendi çıkarlarına göre yönlendirmekte, kullanmakta ve kontrol etmektedirler.

Siyasetin aktörleri sadece siyasetçiler, siyasal partiler ve sivil toplum değildir. Mafya ve organize suç örgütlerini, siyasetin arkasındaki ve üstündeki gölge ve karanlık güç olarak anlamak lazımdır. Mafya ve organize suç örgütleri elitlerinin tek amacı, devleti, siyaseti ve yargıyı ve şiddeti daha çok kar, para ve güç elde etmek için kullanmaktır.

Siyaset mafyası ve mafya siyaseti karşılıklı olarak birbirini destekleyebilir, besleyebilir veya çatışabilir. Siyaset mafyasının ve mafya siyasetinin birbirini desteklemesinden veya birbiriyle çatışmasından demokrasi, hukuk ve barış çıkmaz.

Mafya için geçerliliği kuran yegane temel amaç, beslediklerinin, beslenme alışkanlıklarını kaybetme direncinden başlar, Her siyasi yapı içinde bunun baş aktörleri çıkmalı ve toplumsal hareketlere göz dağı verecek şövalyelerin den tehditleri bir amaç olarak kullanmaktır. Peki nerde akil insanları göz önünde tutar..?

Bunu  yanıtı! her seferinde yaşanılan hukuksuzluklara , dayatmalar ve siyasi iradeye karşı atadıkları Kayyum lar bir çelişki yaratırsa orda AKİL insanlarla poz vermeye başlarlar. Örgütlenmede ikinci ayak kurumsal dindi. Kontrgerilla örgütlenmesi faaliyet gösterdiği bütün ülkelerde mafyanın yanı sıra dinsel gericiliği ve örgütlenmelerine para desteği sağlıyarak , birer arka bahçe nicelliğini de oluşturmuş olurlar. Türk mafyasının modern versiyonu 80 sonrasında yerleşik hale geldi. Eski kabadayılardan ve tarihsel kültürden ayırırsak, modern anlamda Türk mafyası bildiğimiz toplumsal kırılmalar ile oluşmuş ve yerleşik hale gelmiştir. 

Düzenin mafyalaşmasının doruğuna ulaştığı bu "modern zamanlarda" dünya üzerinde istihbarat örgütlerinin bilgisi ve kontrolü dışında uyuşturucu ticareti yapılamayacağı tartışılmaz bir gerçek olarak kabul görüyor. Kapitalizmi yöneten kâr hırsının en çıplak biçimi olan "kirli işler" yeni ve verimli bir sektördür. 

Siyasi bilincin ekonomik gelişmenin önüne geçmesinden, endişelenen darbeciler 12 Mart'ta arayıp mafyayı bulmuş, onlarla karanlık anlaşmalar yapmıştır. 12 Eylül'den sonra mafya devletin içindedir.  Bu mahal'de oluturulan raporlar gerçekte devlet-mafya ilişkileri raporudur. 

Artık MAFYA bile kendi kendine şaşırarak çatlamıştır.Sicilya mafyasının üstünlük kabri devlet sistemine çökmüş , ve devleti, idare ederken , Mussolini ve sonrası sürecin etkileri temiz eller operasyonlarıyla devlet - mafya çatışması yaşanmıştır.

Gelelim bugünüz de çatlayan mafya, devletin operasyonel gücüyle yitik bir küçük harçlıkla yaşamını devam ettirmektedir.

AKP'nin katkısı ise devletle mafyayı birbirinden ayıran yasallığı bütünüyle ortadan kaldırmış olmasıdır. Mafya bir güç düzenidir. Gücün ifadesini, gücün eğretilemesini, gücün patolojisini taşır. Hukukun yokluğunda devlet ile aralarında bir fark kalmaz, ayırmak imkansızlaşır. Artık mafya yoktur, tanık olduğunuz şey devlet mafyası veya mafya devletidir. 

 Kısacası, oligarşinin Türkiye'ye özgü modelini tarif ederken kullandığımız çelişkili ve zoraki hâkim sınıfın ittifakı  bize güç dengelerinin karşılıklı çatışması boşuna değildir ki tarih bunu gösterdi de..

Görünen o ki mafya-siyaset-ticaret erbabının yürüdükleri yol bakımından geriye dönüş yok, ama geri dönüşüm var! Elbette hepsi geri dönüşüm kutusuna, çöpe gidecek…

Biliyor ki kendileri de ÇATLADI bu gidişe..

 
Kürşat CÜCÜK / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.