HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 05 KASIM 2025, ÇARŞAMBA

Futbolun Mezar Taşında Orhangazi Yazıyor!

05.11.2025 00:00
‎Geçen gün Muharrem Değirmen Orhangazi stadyumundan ses getirecek bir paylaşım yaptı.Şiddetli yağmur sonrası  soyunma odalarının, duş alma ve tuvaletlerin rezil halini önümüze serdi.Kendisini tebrik ediyorum. Gerçekten üzücü bir durum. Ama spor adına üzüldüğümüz o kadar çok şey varki Orhangazi de.

‎Mesela Orhangazi'de futbol diye bir şey kaldı mı? Kaldıysa gören varsa beri gelsin. Çünkü bu ilçede sahada top koşturan değil, çöküşü seyreden bir topluluk yaşıyoruz. Gençler umutsuz, kulüpler kimsesiz, tribünler sessiz. Orhangazi'de futbol, yıllar önce sessizce öldü. Şimdi geriye sadece boş sahalar ve yağmurlardan sonra içeriyi bok götüren lağım suları kaldı. Yazık hemde çok yazık. Kardeşim Muharrem Değirmenin feryadına ses veren olacakmı ilerleyen günlerde göreceğiz.

‎Aytıca bir zamanlar 3. Lig'de mücadele eden Orhangazispor, bugün ne yapıyor bilen var mı? Kulüp mü dediniz? O artık sadece kağıt üzerinde var. Yöneticilik adı altında yıllarca kendi menfaatini düşünen bir avuç adam, bu kulübü lime lime etti. Sahada ter döken değil, siyasi bağlantısı olan yönetime girdi. Ve sonunda takım tarihe karıştı.

‎Futbolun değil, kayırmacılığın kazandığı bir kulüpten başarı mı çıkar?Tabiki çıkmaz. Ve Sonuç hüsran oldu.

‎Peki Altyapı Diyoruz da Neyin Altyapısı?

‎Sahalar kilitli, antrenman saatleri kısıtlı, gençler ortada bırakılmış. "Altyapı çalışıyor" diyenler, hangi çocuğun ayakkabısı yırtık yırtık antrenmana çıktığını biliyor mu? Hangi çocuğun ailesi forma parası bulamadığı için sporu bıraktığını sordu mu?

‎Bu ilçede genç yetenekler yok edilmiyor, bilerek ve isteyerek harcanıyor.

‎Sporun içine girmek isteyen siyasetçiler, destek olmak yerine yönetime çörekleniyor. Sonra da gençlik niye uyuşturucuya bulaşıyor diye nutuk atıyorlar. Çünkü siz futbolu, gençlik için değil, kendi egonuz için kullandınız.

‎Kendi Evlatlarımıza Sahip Çıkamıyoruz

‎Yalova, Karacabey, İnegöl profesyonel oyuncular çıkarırken; Orhangazi hâlâ "bizden neden kimse çıkmıyor" diye ahkâm kesiyor. Cevabı çok basit.

‎Çünkü biz yetenekli çocuğu değil, torpilliyi oynatıyoruz. Biz top oynayanı değil, fotoğrafa gireni ödüllendiriyoruz. Böyle bir düzenden başarı değil, çürüme çıkar.



Okullarda İklim Eğitimi mi, Beyin Yıkama mı?

Son yıllarda okullarda "karbon ayak izi", "iklim krizi", "küresel ısınma" gibi kavramlar çocukların zihnine erken yaşta işleniyor. Kağıt üzerinde çevre bilinci kazandırmak güzel bir amaç gibi görünse de, uygulamada durum bambaşka bir hal aldı:

Eğitim değil, yönlendirme yapılıyor.

Artık ilkokul çağındaki çocuklara bile "insan türü dünyanın düşmanıdır" mesajı veriliyor.

Her nefesin, her adımın, her yediğin yemeğin "karbon izi" olduğu söyleniyor.

Çocuk, doğayı sevmeyi değil, insan olmanın yükünü hissetmeyi öğreniyor.

Bu da çevre bilinci değil; suçluluk duygusuyla yoğrulmuş bir eğitim biçimidir.

Küresel örgütlerin ve büyük şirketlerin fonladığı projeler, okullarda "bilim" etiketiyle dolaşıyor.

Ama bu bilim mi, yoksa küresel politikanın yeni yüzü mü?

Enerji bağımsızlığını, yerli üretimi, sanayileşmeyi tartışmadan "karbon düşmanlığı" yapmak; kendi kalkınmasını sabote etmektir.

Bir ülke, çocuklarını geleceğin üreticileri değil, geleceğin çevre aktivistleri olarak yetiştirirse; yarın söz hakkını kendi topraklarında bile kaybeder.

Gerçek çevre bilinci, doğayı korurken insanı düşman ilan etmez.

Gerçek çevre eğitimi, yerli tohumdan, suyun kıymetinden, tarımın emeğinden, üretimin sorumluluğundan bahseder.

Ama biz, çocuklarımıza "küresel kampanyaların ezberini" öğretiyoruz.

Sonuçta bir nesil doğayı değil, batılı çevre ideolojilerini savunur hale geliyor.

Milli Eğitim Bakanlığı bu konuda çok dikkatli olmalı.

İklim değişikliği elbette öğretilsin, ama korku diliyle değil; bilinç diliyle.

Karbon ayak izi, bir tehdit değil; sorumluluğun ölçüsüdür.

Biz çocuklara dünyanın sonunu değil, dünyayı yeniden onarabilme gücünü öğretmeliyiz.

Çünkü amaç "beyin yıkamak" değil, vicdan uyandırmak olmalı.

 
Yılmaz AYDEYER / MİHRALI BEY / diğer yazıları
•Futbolun Mezar Taşında Orhangazi Yazıyor! 05 00:00:00.11.2025
•Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?” 29 00:00:00.10.2025
•Orhangazi’nin Sınavı. ‎Eğitim mi, Ezber mi? 22 00:00:00.10.2025
•DÜŞÜNÜR KOLEJİ GERÇEĞİ. . . 14 00:00:00.10.2025
•KİM BU OKUL MÜDÜRÜ? 08 00:00:00.10.2025
•Uyuşturucu ile çürütülen nesil. . 02 00:00:00.10.2025
•Çocuklar Tarikatlara Teslim Edilmez, Edilmemeli! 25 00:00:00.09.2025
•Orhangazi’de “Kırtasiye Parası” Oyunu 17 00:00:00.09.2025
•‎O günün öğrencileri açtı, üşüyordu 10 00:00:00.09.2025
•Orhangazi 2025-2026 Eğitim-Öğretimine Hazır mı(?) 03 00:00:00.09.2025
•DEFTER YERİNE SİLAH TUTAN ELLER.. . 29 00:00:00.08.2025
•OKULLARDA EK DERS YOLSUZLUKLARI 20 00:00:00.08.2025
•İmam Hatipler Neden Boş? 12 00:00:00.08.2025
•Muharrem Değirmen ve ÇPL 05 00:00:00.08.2025
•3.Göz Gazetesinin Orhangazi Eğitimine katkısı 29 00:00:00.07.2025
• “Fen Lisesi açtık” demekle olmuyor ‎ 24 00:00:00.07.2025
•ORHANGAZİ’DE LGS FİYASKOSU ve Orhangazi’de Eğitim Kıyımı 15 00:00:00.07.2025
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.