HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 22 KASIM 2025, CUMARTESİ

DEV-GİBİ GENÇLİKDİ…

25.09.2025 00:00
Politik güzergahın asıl lokomotif gücünün, gençlik kuşatması olduğu gerçeği , siyasi antolojinin gerçek kuramsal bir gerçeğidir. Gençlik, toplum içerisinde meydana gelen sorunlara en fazla duyarlılığı gösteren kesimdir. Toplumun kendi içerisinde barındırdığı sorunları araştırıp, onlara çözüm önerileri üretirken, en zor olanı da gençliğin araştırılıp incelenmesi olacaktır. Türkiye gençlik hareketlerinin tarihsel ayrımları 80 sonrası dönemde kendini politik ayraçlarını daha da derinleştirsede, 1968 ve sonrası 1978 ile  kendine özgü toplumsal seçeneklerini de bazen tartıştırıp, bazen de duygusal bir ağıtın ortaklaşası olmasıda değerlidir.

Gençlik kuşakları, günümüzde çok önemli bir sosyal jenerasyonu oluşturmaktadır 1968 yılındaki öğrenci olayları ve bu tarihle simgelenen 68 kuşağı, dünya tarihinde, bu özelliklere sahip olayların bir arada ve yoğun olarak yaşandığı bir dönem olarak da tarihe geçmiştir. . 68 gençlik hareketi, Amerika'da 1965 yılında siyahîlerin sivil haklar mücadelesinden, 1970'li yıllara kadar uzanan bir dönemi işaret etmektedir. 1946'dan sonra çok partili hayata geçilmesi, 1950 seçimlerinde CHP iktidarı kaybetmesi ve DP 1960'lı yıllara kadar sürecek olan iktidarı, Türk siyasal tarihinde yeni bir dönüm noktasını oluşturmaktaydı. 68 eylemleri, her şeyden önce antiemperyalist bir karakter taşımaktaydı. 1960'lı yılların içinde bulunduğu ve tüm dünyada esen özgürlük akımından ve savaş karşıtlığından etkilenmiş ve Türkiye'de sol görüşlü, 60 gençliğinin oluşturduğu bir akım olarak bilinir. Bunlar bir hedef olmaktan öte, Üniversitelerin ve akademik kimliğin özgürleşmesi , ilkesel olarak dünyada süregelen Bağımsızlık mücadelelerinin desteği ve sınırsal da olsa politik mevzileri bir siyasi otağa indirgenmek adına  mücadelelerin de tarihi idi, Vietnam savaşı sonrası Ho Chi Minh ve yoldaşlarının elde ettiği  zaferin , yeni bağımsızlık mücadelelerinin sahiplenmesi oldu..

Ya 78.. aslında DEV gibi olmanın başlangıç mevzilerinin en kahramanlarının , ödedikleri bedelin saflığını yaşattılar. 68'liler sosyalist sol açısından kurucu kuşak olarak hâkimiyetlerini hissettirirken, '78'liler daha çok iç tartışmaları, hesaplaşmaları, kavgaları, acılarıyla anılır. '78 kuşağının 'yaslı', 'kavgasını tüketmemiş', 'özlem yüklü' bir kuşak olduğu sıklıkla ifade edilir.Umut bir deniz dalgasının kumsalda bekleyen bir tanecikler kadar değerli olduğu duygusuydu ON'lar için.

Bugün '78 kuşağından bahsediyorsak, onlar hatırladıkları ve unutturmamak için ortak bir kimlik inşa edip, bunu sahiplendikleri, bunu kamusallaştırmaya çabaladıkları, bunu aktardıkları içindir.Aslında kurucu kuşak olan 68 değeri, onun arkasında iradenin en değerlisini ancak en acısını yaşatan  derin devletin hesaplarını bozan bir kuşak olmasıyla övünçdür.  Bir kuşağın sınırlarını belirlemede toplumsal olgunun, belirli bir düşünce biçimine eğilimin, ortam duyguların,  15-16 Haziran grevleri, 12 Mart darbesi, 30 Mart 1972 Kızıldere Olayı, 1 Mayıs 1977, 12 Eylül Darbesi, 16 Mart 1978 Olayı, 19 Aralık 1978 Maraş Kıyımı 78 Kuşağı'nın oluşumunda 12 Eylül darbesinin etkisi büyük olur. Türk-İslam Sentezi, Serbest ekonomi  gibi 24 ocak kararları , uygulamalar direniş beklentilerini, düş kırıklıklarını getirir . 1974 sonrasında, sosyalist çalışmalarını, hızla siyasallaşmalarını, aile içinde de haksızlıklara, adaletsizliklere karşı tepkiler oluşmasını, kendine değer olarak görür.

Oysa 78'liler, bugün orta yaşlarını yaşayan kadın ve erkekler topluluğu olarak ekonomide, politikada, kültürde, kısacası toplumun bütün alanlarında üretken bir konumdalar. O halde 78 kuşağının tarihinden söz ettiğimiz zaman, bu kuşağın siyasal yaşama aktif olarak katıldığı 1974-80 dönemi Türkiye'sinin tarihinden söz etmiş oluyoruz.

En çok tarihsel nicelikte yarılanan ve oldu bitti ile bitirilen bu niceliğin nitelik kavramını görmezden gelenlere inat , halen hiç şüphesiz bu da onların sınıfsal ve siyasal çıkarlarına tekabül ediyor.

Bizim kuşağımızı kendi sermaye sınıflarının çıkarları temelinde yargılıyorlar.

Tabiki tarafım, ve bunun ödediği bedelin bir unsuru olmanın erdemiyle yazıyorum bunu, Sol  sosyalist gözllükle bakmanın keyfi olduğu kadar, acılarını bildiklerim ve öldürülen  dostlarımı , kararlılık ve pişman olmadan anmanın sevdasını yaşıyorum.

O çocuklar ki dediklerimin bir travma ile bu düzene ayak uydurmak gibi niyetleri olmadığı gibi, tavmanın sebeblerinin ifşa ve muhatabı olduklarını haykırdıklarını unutmamak gerekir. Bu yüzden de  bütün dünyada nam ve mevki kazanmış '68 kuşağından farklı olarak 78 kuşağı, Türkiye'ye özgü bir tanım.

Elbette her hareket ya da geleneğin, kendi temsilcilerinin ağzından, kendi zayıflıkları ve hataları hakkında yapay olmayan, içtenlikli bir şekilde ve devrimci cesaretle konuşması, tüm kuşağın tarihsel haklılığını kanıtlamaya büyük katkıda bulunuyor.

İçimizdeki duygunun bir aşk masalı olmadı belkide, Cem Karaca, Edip Akbayram ve Selda ile ağlaşır, ve bir buruk sevda cigarası içerdik.Hep içinde gizli aşkın iki taraflı erdemiydi bu aslında , seviyorum her ikisinide diyen DEV gibi olmakdı  bu…Onlar, 78 kuşağı sadece ideal devrimci olmak istemişlerdi. Kapişonlu yeşil parkaları, çekiştirip durdukları yeni bitmiş bıyıkları vardı. Daha güzel bir dünyayı, akıllarına koymuşlardı. İnsanın insan tarafından sömrülmediği, hak hukuk ve adalet dolu bir dünyanın hayalini kurdular. Herkese ihtiyacına göre, herkese yeteneğine göre bir toplum ideali peşinde koştular ve örgütlendiler.

Bir genç kızın elini tutarak, bir erkeğin aşk dolu bakışları arasında doya doya yaşayıp lacivert duygu atmosferinde kanatlanıp uçmak varken 'silahlı propaganda'nın neden temel olduğu üzerinde tartışıyorlardı.

Sonra… Ölenler dövüşerek öldüler, güneşe gömüldüler dediler…

Yitik bir tarihin , en yaramaz çocuklarıydılar..DEV- GİBİ GENÇLİKDİ ve asla unutulmadılar…

 
Kürşat CÜCÜK / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.