HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 22 KASIM 2025, CUMARTESİ

Küçük Bur(Z)uva Kuşağı mı?

18.06.2025 00:00
Sol jargon üzerinden bakıldığında Küçük burjuvazi bir kent soylu bir tanım görsede, Üretim araçları ve bu ilişkilere dayalı bir egemenliğin, doğal karşıtlığı olan sınıfları yaratmasıyla birlikte, Sermaye ve emekçi kesimler arasına sıkışmış ara sınıfı oluşturmaktadır. Bilimsel anlamda küçük-burjuvazi, bir yandan mülk sahibi olması nedeniyle kapitaliste, diğer yandan ise esasen kendi işgücünü sarf ederek varlığını sürdürmesi nedeniyle işçiye benzemektedir.

Küçük-burjuvazinin kapitalist gelişme karşısında sahip olduğu "araya sıkışmış" toplumsal konumu, siyasal mücadele alanına da yansıyan pek çok sorun yaratmaktadır. Buda düşünsel ve pratik oluşumlarda kendine yetecek kadar bir alan yaratması ve bu kendi öznel çıkarlarının tükendiği  hissinin hamle yapma olasığının da kaybı anlamına gelmektedir. İşte bu ara kısım konumu  kapitalizmin çürüyen yüzüyle hesaplaşmasının  ve toplumsal sorunlar karşısında mücadeleci bir tutum alamadığı için gitgide ezilen, bunalan ve sonuçta hastalanan ortalama insanı tasvir eder gibidir. Günümüzde bu tür hastalıklar sanıldığından daha geniş boyutlarda yaygınlık kazanıyor ve kapitalizmin yarattığı toplumsal yozlaşma ve parçalanma yoğunlaştıkça salgının boyutları da genişliyor. Art arda artan psikolojik ,kişilik sorunlarının bireysel bir sorun olmaktan çıktığı , toplumsal nedenler olduğunu kabul etmek zorundayız.

Bu mahal de , gelişen gençlik hareketlerinin tasviri oldukça zor ve tanımı  koşulların onlara yansıyan  haliyle bağımsız bırakılması da anlamsızdır.

 Burjuva ideolojisi "bireyselleşme" vurgusunu özgürlük cennetinin kapılarını açacak sihirli bir anahtar gibi sunuyor. Özgürlük konusunda gevelenen boş sözlerle burjuva egemenliğinin can yakan gerçekleri gözlerden gizleniyor.

Başlığını attığım Z kuşağı üzerinden bunun betimlemesini yapmak aslında içeriğine dair konudur. Bu sadece bu  daraltılmış kısmıyla anlatmak değil tabiki de. Bu bir yana, küçük burjuvazi sadece küçük mülk ya da işletme sahibi olanlar için de kullanılmaz. Hiç işçi çalıştırmayan, hatta dükkânı bile kira olan esnaf, kendisi de bir emekçi olan zanaatkâr, küçük toprağını borç harç işleyen, evinden aldığı kirayla geçinen mülk sahibi, küçük tüccar, maaşlı memur, serbest meslek sahibi , beyaz yakalı çalışan da,  bu "küçük burjuva"çuvalı"na tıkıştırılmıştır.

Z kuşağı nedir? Yaşanılan ve beklenti haline getirilip, ÖZGÜRLÜK  kelimesinin o sihirli kısmından nasıl etkilendiği ,  o gücün enerjini nasıl  ortaya koyacağı,belirli tarihsel sürede zaman zaman meydanlarda , gösterilerde kendine yer edinen bu kuşağın  tarihsel konumu ne olacak?

Aslında, Z kuşağı diğer kuşaklara göre daha yaratıcıdır. Analitik düşünme yetenekleri dikkat çekicidir.

Aynı anda birden fazla işi yapabilirler. Ancak dikkat süreleri diğer kuşaklara göre daha kısadır.

Söylemek istediklerini karşı tarafa iletirken, keskin cümleler kurabilirler.

Z kuşağı .Çabuk sıkılan, çabuk tüketen ve hızlı yaşayan bir kuşak olduğu için bu kuşağın ilgisini canlı tutacak yeniliklere ihtiyaçları vardır.

Z kuşağı o aşırı itaat etmekten hoşlanmazlar. Çoğu genellikle kendi işlerinin patronu olmak isterler.

Z kuşağı özgüveni son derece yüksek olan bir kuşaktır. Bu yüzden yaşadıkları her anı sosyal medyada paylaşmaktan çekinmezler.     Kılık kıyafet açısından rahat giyinmeyi tercih eden, bireysel çalışmaktan en        keyif alan kuşaktır. Bu onların siyasi tercihleriyle birlikte  ele alındığın büyük bir güç mü? Yoksa edilgen bir yapımı?..Seçimler de kararsızları oluşturan önemli bir apolitik tarafmı?

Türkiye'de siyaset yapma biçimi değişmeden alışkanlıkların değişmediğini düşündüğümüzde sayısal olarak değişimlerin bizi nitelikli değişimlere ve çoğulculuğa götürmeyeceğini de acı bir gerçek olarak hatırlatma ihtiyacı duyuyorum.

Kısaca Küçük Bur(Z)uva için geçerliliği olan, onun sadece tüketimden gelen bir güçle devşirilmesi değildir. Değişimi isteyenler için küçük olanın büyütülmesi gerektiği ise, 1980 darbesinin birileri için neyi değiştirdiklerini görmek gerektiğini , ve bilerek yaratıkları kuşaklarının , bilimsel laik bir eğitimle  kendi  kabuklarını kıracakları bir yol edinmenin koşul olduğu unutulmamalıdır.Sonuç olarak, ''araya sığdırılmış ''olarak bilselerde kendilerini  onları yaşama , sevdaya ve umuda bağlıyacak  yöntemleri sergileyenlerin, BÜYÜK KO(Z)  ' a sahip olacaklarıdır.

 
Kürşat CÜCÜK / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.