HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 22 KASIM 2025, CUMARTESİ

GODOT BİZİ BEKLERKEN…

11.06.2025 00:00

Samuel Beckett, Godot'yu Beklerken İsimli Eserinde


 eserinde ortalama  yetmiş yıllık bir zamanla ifade edilen insan , iki perdelik bir oyunla anlatmaktadır. Dünün, bugünün ve yarının birbirinden farklı olmadığı gerçeği ısrarla düşündürülen oyunda 'ömür' olarak ifade edilen sürenin adeta bir yanılsama olduğu hissi uyandırılır.

Bekliyoruz, evet. Çünkü beklemek ne geçmişe ait aslında, ne de geleceğe. Beklemek, şimdinin pasif bir edimi yalnızca. Beklemek şimdi bizi rahatlatıyor. Uğruna beklenecek bir şey bulmak ve onun için beklemek, şimdi bizim hayatlarımıza anlam katıyor. Beklenilen şeyin ne denli gerekli olduğu, ne denli anlamlı olduğu önemli değil. Bizim için önemli olan beklemek. Bekliyoruz çünkü bekleyecek hiçbir şeyimiz olmazsa; bir arzumuz, bir idealimiz, bir mutlak olgu beklentimiz olmazsa eğer, işte o zaman yaşamak, içi boş bir hale bürünecek bizim için.

İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem için bir hayli gerçek. İnsanlık dışı şeyler yaşadı insan. Aynı zamanda şaşırdı çünkü bu insanlık dışı şeyleri yapan da insandı. Sonra baktı ki, geleceğimizin umudu olarak görülen makineler, üretilen bombalar tahrip etti şehirleri. O çok değer verilen pozitivizm, o yüce bilim bile tekniğin, verimliliğin, öngörülebilirliğin ve bilumum unsurun kölesi olmuş. Tercih denilen olgu aslında… Hop! N'oluyor? Kaptırdık kendimizi gidiyoruz, hiç uyaranımız da yok.

Samuel bir dizi çekişmenin ve bunun gerektirdiği kişilerin alt yapısını uyarlar bize, GOGO ve DİDİ..  Didi mantıksal düşünmesi ile Gogo' ya karşı dizginleme halindedir ve sürekli gitmek isteyen Gogo' ya karşı ''Godot' yu bekliyoruz. Gidemeyiz'' telkinleri ile Gogo' ya umut aşılar.YANİ GİDEMEYİZ bekliyoruz umudun , diğer karekterlerini ıskalıyarak, umudun bir tanrısal turnusolünü ifade eder.

İrlandalı yazar için beklenilen GODOT, sosyolojik bir felsefe olmak üzere tasarlanmış bir dar ağacıdır aslında..Ya tersini düşünürsek !

Ya bizi  GODOT beklerse  ..

Bir ülke düşünün, nehirleri ÇED raporları delinmiş şekilde kirletilirken ,

Gençleri gelecekleri sahipsiz bir çınar ağacının , yaprakları dökülmüş  hali haline getirilmişken,

Emeklilerin açlık sınırında yaşamayı mahkum edilmiş, bir prangalı gibi  açık cezaevindeyken..

Kadın cinayetlerinin neme lazım bir erkek egemenliğine savrulurken..

Yaşama hakkının kutsallığı sadece bir avuç oligarşinin elindeyken..

Anayasal bir kuralın, kuralsızlıkla tanınmamazken..

Sendikaların içinin boşaltılıp, bir ekmek kavgasının bir emekçi için ne  anlama geldiğinin bilinmezliği yaşanırken..

Siyasi ahlak kavramının, sadece çıkarları için o  partiden o partiye transfer olmasının erdem sayılıdığı onanırken..

Toplumsal çöküşün, salt bir kural olduğu ve bunun sürraalist bir gerçek olduğu savunulurken..

İşte bunun karşılığı olması gerekli demeli GODOT..

İnsanın zamanı duyularından ve duygularından bağımsız olarak algılaması çok zordur..Ve bu durumlarda bir kahraman yaratmakta çok güçtür.Kahramanların oluştuğu toplumlar bir Tanrı katı olduğu düşünülmeden umudunu da yaratabilmeli..Umut bir yaratıcı olduğu kadar, kendi kaderinin de yaratıcı olduğunu bildirir aslında yazar.Yanılsamalar çokluğu biçare bırakması aldatıcıdır. Öte yandan böyle bir boşvermişliğin sosyal düzen ve ahlak açısından ne kadar tehlikeli olduğu da açıktır.

Kısaca , umut bir kahraman yaratacaktır.. Birileri için GODOT beklenildikçe yaşlanılır.. Asıl anahtar olan GODOT der ki''Hepimiz deli doğarız. Bazılarımız hep öyle kalır''

GODOT  bizi yeni güzel bir dünya için birlikte olmaya bekliyor ..BİZİ BEKLİYOR..

 
Kürşat CÜCÜK / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.