HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 22 KASIM 2025, CUMARTESİ

EMPERYALİZME KARŞI ’’19 MAYIS 1919’’

18.05.2025 00:00
19 Mayıs 1919, bundan tam 106 yıl önce Anadolu'nun işgalci kuvvetlere karşı verdiği mücadelenin işaret fişeği olarak anılıyor. 19 Mayıs, bir halkın tarihten silinme sürecine karşı başkaldırışının, gericiliğe karşı aydınlanmanın, saltanata karşı cumhuriyetin, hilafete karşı egemenliğin galip geldiği bir mücadelenin sembolik başlangıcıdır. 19 Mayıs bu bakımdan devrim cüretini gösterenlerin, bağımsızlık için savaşmayı göze alanların tarihe not düştüğü bir gündür. Konuyusadece İngiliz işgal kuvvetlerinin İstanbul' u  teslim almaları olarak bakmak  da yanlış olur.

1919 tarihse l süreci bir vatan kurtarmak maksadıyla işgalcilere karşı verilen mücadele dışında ,EMPERYALİZME , gericiliğe ve köhnemiş bir sisteme karşı verilmiş büyük bir bağımsızlık ve egemenlik mücadelesidir.

19 Mayıs 1919 da anadoluya  geçen Mustafa Kemal  ve ekibi ulusal kurtuluş mücadelesini, sadece işgalcilere değil, o çürük sistemin unsurlarının işbirlikçi yapısına lkarşıb da vermek zorundan kalmışlardır.

Anadolu topraklarındaki kurtuluş savaşı, vatan topraklarını yalnızca yabancı düşmandan kurtarma süreci olmadı. Saltanat ve hilafetin yıkılmasıyla, Meclis'in açılması ve cumhuriyetin kurulması süreci de oldu. Emperyalist güçlerin Anadolu'yu işgal planlarına karşı yükselen bu direniş, aynı zamanda padişahın ve Osmanlı'nın gerici ve baskıcı yönetimine de karşı bir başkaldırıydı.

Ulusal kurtuluş mücalesi sadece cephelerde değil, aunuı zamanda anadolunun dört bir yanında oluşturulan toplantılarla birlikte,n Erzurum ve Sivas kongreleriyle halkın iradesini ortaya koyduğu önemli sembollerle taçlandırılmıştır.Bu iradenin en değerlisi '' Milletin bağımsızlığını , yine Millettin azim ve kararlılığı kurtaracaktır '' ifadesidir.

Gericilerin ve eski düzeni özleyenlerin bu yaklaşımı, tarihi gerçekleri çarpıtmaktan öteye gidemez. Anadolu'nun bağımsızlık mücadelesi, emperyalizme karşı verilen bir savaş olmasının yanı sıra, çağdaş, demokratik ve laik bir devletin kuruluş hikayesidir.

Bu iradenin halka dönük bir tarihsel sınav olmasıyla birlikte ,halkın kendi varoluşunun tek simgesi bu mücadelenin Laik , demokratik bir ulus olma kavramıyla bütünleşmesidir.

Uzun yıllardır, resmi 19 Mayıs kutlamaları da içi boş birer gösteriye dönüşmüş, göstermelik anmalar halini almıştır.

Bu nedenle, Kurtuluş Savaşı'nın ruhunu ve ideallerini doğru anlamak ve anlatmak, sadece geçmişi anlamak için değil, aynı zamanda geleceğe yön vermek için de büyük bir önem taşımaktadır. 

Değerleri anımsatan, o mücadelenin ödendiği bedellerdir.Ulusal kurtuluş mücadelesinin en yıkıcı tarafı ise , Ulus gençliğinin 15 yaşında ölüme girmesi ve onlar için yakılan ağıtların bizdeki mirasıdır.

Bu  yüzden emperyalizme karşı kazanılan bu başarının , gençlere armağan edilmesinin, Büyük önderin onlara bıraktığı gençlik hitabesi ve bayramının anlamı çok değerlidir.

Buradan 19 Mayıs'a geri dönecek olursak; işte 19 Mayıs 1919'da Samsun limanına yanaşan Bandırma'dan inen o yolcu; Atatürk, çok değil, üç-dört yıl içinde işgal  altında, gırtlağına kadar borçlu, geri kalmış bir meşruti monarşiden tam bağımsız, üreten, kendi kendine yeten, borçlarını ödemiş, laik ve uygar bir cumhuriyet çıkarmayı başarmıştır.

19 Mayıs, Türkiye'nin adeta bir çağdan başka bir çağa taşınacağı her yönüyle DEVRİMCİ bir sürecin ilk adımıdır; kutlu olsun!

 
Kürşat CÜCÜK / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.