HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 22 KASIM 2025, CUMARTESİ

FİLİSTİN…SOSYALİSTLERİN KAZANIMIDIR..

02.10.2025 00:00
Başlıkta yazı alıntısı, Türkiye solu açısından önemi ve değerliliği yüksek bir amaç olduğunun kanıtıdır aslında, Filistin sorunu. Sosyalistlerin 'Yaşasın Filistin Direnişi' sloganlarına İslamcıların 'Hamas'a Selam Direnişe Devam' sloganları birbirlerine karıştı.

Birçok kişiye garip gelen bu karşılaşmada aslına bakarsanız Filistin'e yabancı olan sosyalistler değil. Tüm dünyada sol literatür, Filistin'de bir Yahudi Devleti kurulmasını Emperyalizmin bölgede inşa ettiği bir plan olarak tanımladı. Buna karşı Filistin'de yeşeren direniş hareketleri de hep sol tabanlı olarak büyüdü. 1959 yılında kurulan EL FETİH, aslında soğuk savaş dönemimin , Otadoğu da gelişen anti emperyalist ulus devlet olma mücadelelerinin de bir sonucuydu, Sovyetlerin Arap dünyasında ki BAAS partilerinin, arap sosyalist bir çehreye girmesiyle birlikte, Mısır da Cemal Abdulnasır  , Sıriye de Baba Hafız Esat önderliğinde  bir ortaklaşa Arap devletinin kurulması, Filistin mücadelesinin de önemli bir anahtarı olmuştur.

Abdulnasır ve Hafız Esad topraklarını ve bankalarını millileştirmek gibi bir dizi sosyalist reformlar yaptı; bunlar o zaman için ekonomik yarar sağlamakla  birlikte, Ortadoğu ve afrikada ki ezilen ulısların yönetimsel seçenekte sunuyorlardı , tabiki rahatsız olan EMPERYALİZM' di..

Bu gelişmeler ışığında Filistin mücadelesi  Sosyalist blok için bir sürecin haklı olmasının , Yaser ARAFAT öncülüğünde FKÖ uluslararası arenada bu davanın önemli sözcüsü durumuna geliyordu.Ve dünyada ki Tüm sosyalist yapı ve partilerce , Siyonizm ve ABD karşıtlığına dair hareketin gücü daha da büyüyordu.

Tabiki Türkiye solu açısından , filistin davasının değeri, ulusal bir yorumlamadan ötürü, enternasyonel dayanışmanın bir örneği olarak, Deniz Gezmiş ve arkadaşları EL Fetih bünyesinde  hem israile , hemde Emperyalizmin yayılmacı politikalarına  karşı savaşıyorlardı.

 FHKC Marksist-Leninist iken, El Fetih sosyal demokrasiye daha yakındı. Her ikisi de, Batı Şeria'da hüküm süren ve uluslararası alanda Filistin'in siyasi liderliği olarak tanınan milliyetçi bir siyasi koalisyon olan Filistin Kurtuluş Örgütü'nün (FKÖ) içindeki iki partidir.

 Filistin'de çeşitli sosyalist ve laik kurtuluş grupları vardı, ancak bunlar gözden düştü ve Hamas son birkaç on yılda tek uygulanabilir grup olarak ortaya çıktı. Bana bu durumun özellikle İsrail Devleti'nin geçmişte çeşitli şekillerde Hamas'ı desteklemesi göz önüne alındığında, tasarlanmış olduğunu düşündürüyor.

FHKC Filistin davasının FKÖ içinde ki en önemli hem siyasi hemde askeri bir güç oluşturması açısından önemlidir. Dünyada ki Sol temel anlayışın üzerine inşa edilen Cephe, sosyalist filistin olma çabalarıyla , Filistin kazanımında  başrol oynaması en çok rahatsız duyulan yapı olmasını oluşturdu İsrail için..Gassan KANAFANİ bu hareketin poltik sözcüsü ve iyi bir teorisyen olmasıyla , hareket filistin gençliğinin , bu mücadeleye saf tutması anlamlıdır. FHKC'nin parti programını yazar, partinin Marksist-Leninst çizgisini bu programla tanımlar. Ancak Marksist harekete katılmadan önce Gassan Kanafani Nasırcı'ydı.

Gassan, bu dönemde birçok gazete çıkarır, makaleler yazar ve kısa sürede bütün dikkatleri üzerine çekmiş olur. Gassan Kanafani'nin İsrail'in hedefinde olması sanatta, edebiyatta ve gazetecilikte onun yarattığı etki alanıyla birebir ilintilidir. Onun sosyalist kimliği de bu noktada önem teşkil etmektedir.  Filistin toplumunun benliğini okumasına, uyanmasına önayak olmuştur.  8 Temmuz 1972 tarihini gösterdiğinde, Gassan Kanafani ve Filistin davası için karanlık günün perdesi çoktan çekilmişti.Mossad ve işbirlikçileri tarafından büyük güç görünen bu sosyalist, Gassan, kontağı çevirdiğinde bomba patlar ve araba parçalara ayrılır. Gassan Kanafani 36 yaşındayken öldürülür; olayı İsrail gizli servisi Mossad'ın Lod Havaalanı'na yapılan saldırının intikamı olarak yaptığı söylenir.

Peki Filistin davası neden geriledi?

Başlığımın anahtar sözcüğü sosyalist olsada, 1990 yıllarından sonra Sovyetlerin yıkılması, Baas  partilerinin beceriksiz siyasi ve ekonomik konularda , manevra yapamamazlıkları bunun doğurduğu tek kutuplu emperyal küresel sistemin acımasız varlığı, Dünya SOL'nun üretemediği bir ayrışmalar, Önderliği ne yazık ki İsrail bazında FKÖ gibi uluslar arası itibar görmüş bir yapıdan,  Dinci HAMAS  gibi siyasi İslamcıların eline geçiyordu…. Kim kurduğu ile ilgili kısmı tarışıldığı gibi , kuranların kim olduklarının bilizmezlikleri olmadığını söylemek doğru olur..Kısaca filistin davasının yörüngesi değişmişse bu kazanımı elde eden sosyalistlerin de dingin olmasının da önemi büyüktür.

El fetih ve Hamas arasında ki 2 yıl süren iç savaşın   sebebsiz çıkdığını söylemek aptalca olur. El Fetih liderleri, 1990'larla birlikte, iki devletli bir çözüm arayışına dayanan barış görüşmelerine katıldı.

Bu, müzakerelere önem veren El Fetih ile müzakerelere karşı çıkan Hamas gibi örgütler arasında, İsrail'in varlığını kabul edip etmeme ve de mücadele yöntemi konusunda büyük bir kırılma yarattı. Filistin direnişi zayıfladıkça da İsrail ve müttefikleri daha rahat hareket edebilmektedirNitekim Fetih Filistin direnişinin seküler, demokratik sol kanadını temsil ederken, Hamas kendisini bu ideolojinin karşısında konumlandırarak Filistin direnişinde İslami kanadı temsil etmektedir.Bu dağınıklığın oluşmasında, Devletler hukuku açısından bakıldığında haklı bir mücadelenin 2006 yılından sonra ,Hamas tarafından nasıl berbat edildiğini tarih şimdi yazmaktadır.

Kısaca bu tarihsel Devrimin öncüleri ve davanın uluslararası bir haklılık görmesinde,bir dönemeçtir.

Türkiye SOL'u kendi tarihsel misyonu olma bilinciyle, kendi fedailerini filistin direnişi için 39 canını feda etti.Aslın da dün de böyley di bugün de böyle oldu.

''Türkiye de üs ve tesisler  filistin davası için kullanılmamalıdır'' bildirgelerinin altında yatan da bu idi.

Sonun özeti birilerinin us'unda kalması için yazıyorum. Filistin'deki sol tandanslı hareketlerin İsrail karşısında verdiği bağımsızlık mücadelesi de dünyada bu antiemperyalist çerçevede destekleniyordu. Biz solcular Filistin için ölürken, İslamcılar bize 'terörist' diyordu. Ve bir toplantı da dile getirilen söylem, Sen de iyi bilirsin; bizler enternasyonalist sosyalistleriz. Dünyanın neresinde emperyalist işgal, zulüm, baskı ve sömürü varsa oraya gitmeye hazırdık. Bu Vietnam, Kamboçya veya Filistin olabilirdi. Diye kazanım gösterdiler.

Unutulmasın ki Her ezilen davanın tek kazanımları on' lardır, ve tarih onları HAKLI çıkardı…

 
Kürşat CÜCÜK / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.