HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 22 KASIM 2025, CUMARTESİ

KÜLHANBEY’İ MAFYA..KABADAYI HALK’DIR

05.08.2025 00:00
İnsanlar gibi sözcükler arasında da akrabalık vardır...

Mesela "kabadayı" ile "külhanbeyi" hısım sayılırlar...

Barınacak yerleri olmadığından hamamların külhanlarında (ateş ocaklarında) yatıp kalkmak zorunda olan kişilere verilen bu isim zamanla bir sosyal gurubun adı olmuştur.

Bunun zıttını oluşturan ise kabadayı ise, günümüzde artık pek rastlanmayan efendi kabadayılar adeta şehrin şövalyeleriydi.

Kabadayı  vs külhanbeyi... Son dönemde malum cezaevi tahliyeleri sonrası birtakım şahıslar üzerinden yine gündeme gelen konu. Her kes bir şeyler yazıp çiziyor.

Kabadayılık ve külhanbeylik mevzusunda sayısız maceralar, yazılar kaleme alınmıştır fakat genelinde bu ikisi arasındaki farkı açıklamayıp, suç işleyen herkesi aynı sıfatla adlandırmışlardır. Öncelikle şunu belirtelim ki, kabadayılık ile aynı potada eritilen lakin tamamen bunun zıttı olan külhanbeyliğin tarihi çok daha eskidir. klişe olacak ama gerçek kabadayılar çoktan tarihe karışmışlardır. tıpkı tulumbacılar gibi...

Ama külhanbey ler, bunların namından yararlanmak suretiyle bugün dahi varlıklarını sürdürmektedir. külhanbeyi tabiri; her türlü edepsizliği yapacak tıynette, baldırı çıplak güruhundan serseri kimseleri tanımlar.

Hamamların külhan bölümlerinde konaklayan gençlerin başında da bir "abi" olması lazım gelirdi, her bir külhanın bir büyüğü, bir abisi, külhanbeylerinin bir lideri olurdu, bunlara da destebaşı denilirdi... her bir destebaşına bağlı külhanbeylerinden oluşan takıma da "it alayı" adı verilirdi... lakin bunlar müşterilerin yükte hafif pahada ağır eşyalarını çalar, müşteri şikayetçi olursa da çirkefe yatar ve müşteriyi döverlerdi.

Bu kurum, kendi sınırları dahilinde yaşayan insanları kurallara uymaya zorlamak ve yasal düzeni sağlamak için "şiddet araçları" tekelini elinde bulundurur.

kabadayılar ise bunlardan çok farklıdır. Özellikle güçsüzü, namuslu insanları koruyup kollayan, himaye eden kabadayılar, külhanbeylerin aksine bey'diler, efendi idiler ve çok mühim bir hadise olmadıkça da birbirlerine hürmet gösteren insanlardı. kabadayılar epey masraflı kişilerdi. asıl meslekleri olan ticaret ve memuriyetten elde ettikleri gelir bunların meze paralarına yetmezdi. zira son derece hoşsohbet insanlardı, lakin bir kabadayının her akşam kurduğu sofradan da insanlar eksik olmazdı, eh, nam sahibi bu kişiler de kimsenin elini cebine attırmaz, tüm masrafları üstlenirlerdi. işte bu sebeple kabadayıların esas mesleklerine ilaveten bir akar sahibi olmaları gerekmekteydi. kabadayılar mecbur kalmadıkça asla silaha davranmaz, okkalı osmanlı tokatlarıyla işlerini görürlerdi.

Kabadayılar bir adaletsizlik veya canlarına kastetme durumu olmadığı sürece suç işleme taraftarı değillerdir.

Kabadayılarından birine bir gün elleri bıçaklı üç hasmı saldırır, kabadayı da bunları karşısında görünce oturduğu yerden kalkar ve oturduğu sandalyeyi kavrayarak bunların üzerine savurur ve dağıtır. bu olaydan sonra arkadaşları "yumruğun, tokadın varken sandalye kullanman sana hiç yakışmadı" diye kınarlar.

Külhanbeyi taifesinde bu davranış yoktur. onlar olmadık anlarda silahına sarılır ve hasmını alt etmek için bileğine değil silahına güvenirler.

Kabadayılar mahalledeki asayişi, huzur ve güveni sağlar, ahali arasındaki husumetleri çözerdi. bu yanıyla da polise de yardımcı olurlardı. Kurtuluş savaşımız döneminde istanbul'un pek çok kabadayısı milli mücadele için çalışmış, karakol örgütüne katılmışlar, Anadolu'ya silah kaçırmışlardır. işte bu milli mücadele kahramanı kabadayılardan esinlenilerek ustura kemal ve yandım ali gibi kahramanlar da yaratılmıştır.

Bugün kabadayının kendi gitmiş, adı kalmış yadigâr...

Peki, külhanbeyine ne olmuş?..

Külhanbeyi zaman içinde merkezi otorite ile bağlaşık bir organize yapı olmuş, Önlenemez yükselişinin aynı zamanda poltik bir yanı da ola gelmiş, yanlanmış, taraf tutulmuş ve trol olarak bir şiddet sarmalında, birilerinin yan cebinde tutulu bir silah oluvermiş.

Kabadayı daha çok mert, içi dışı bir, güvenilir, sözünün eri kişiler için kullanılıyor...

Ya külhanbeyi?..

Ağzı bozuk..

Asabi..

Olanak buldu mu kendinden küçük olan ya da zor durumda bulunan veya güçsüz kimseye posta koyan..

Halka hava atan.. salınışıyla kabadayı taklidi yapıp içinden pazarlıklı kişiliğiyle iki yüzlülüğünü sürdüren.. üçkâğıtçılarla birlik olup dürüst davranmayan..

Ve de zoru gördü mü pısan kişi bugünkü toplumun külhanbeyidir...

Bu yazının aktarımında  birbiriyle hısım olan bu terimleri anlatmaktan çok, Bu tariflerin kim de karşılığını görmek adına bugüne dairliğini  imgelemekti, Külhanbey şimdinin mafyası olmuş,yeni rejim için çöreklenmiş ve çökmüş , kolay para kazanan bir bitişik güç halini almışken, Kabadayılar ki onların taklidini yapmaya çalışanların, halkta uzak , zayıfı görmezden gelen , yoksulun derdini bilmeden , sonra anlaşılırki külhanbeyi olduğunu, tanımak gerekir diye..

Tabiki bu halka ne külhan gerek , neden kabadayı.. Külhanbey leri mafya olabilir, Ancak kabadayılar bu halkın içinden çıkıp onları halkçı kimliklerini Demokrat bir politik mevzi kazanırdırırsak , MAFYA ' ların  foyasını o zaman ortaya çıkarırız..



 
Kürşat CÜCÜK / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.