HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 22 KASIM 2025, CUMARTESİ

KÜRESEL FAŞİZM ÇAĞI..

02.07.2025 00:00
Faşizm teriminin dünya siyaset yazınına girmesinin tarihi, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı'nı Avrupa'da hazırlayan süreçle birlikte başlar. Faşizm olgusunun sınıfsal kökenlerini bilimsel olarak ilk tahlilini yapan  Dimitrov'dur.

Faşizmi daha iyi kavrayabilmek için kapitalizmin emperyalist aşamadaki konumuna bakmak gerekir. 

Özellikle Almanya'da Hitler faşizminde kendini açıkça gösteren şoven milliyetçi politika ve uygulamaları faşizmin temel amacı olarak göstermek bizleri yanıltabilir. Yahudileri hedef alan soykırımcı bir düzem oturtmasının amacı, bir ırkçı motif altına sığarak, Yahudilerin elinde bulunan ticaret sermayesinin Alman tekelleri tarafından gasp edilmesi amacına yöneliktir.Savaş kaçınılmazlılığın en önemli nedeni, tekelci sermaye, dünya pazarlarından da pay almak için daha doğrusu istediği payı alamayınca savaşa başvurdu.

Bugün yaşanmakta olan kapitalizmin bunalımından da yeni bir dünya savaşı çıkabilir mi biçiminde bir soru usumuza gelebilir.Olabilirmi tabiki bilinmezlik kafamızı karıştırsada,  yeni bir büyük savaş kapitalist-emperyalist dizge adına sahiplenilecek  ve istenilecekn her şeyi küresel  faşizmle elde edilecektir. Bu dönemle başlayan Soğuk Savaş süreci bu dizge eliyle  50 yıl sürmüş, Vietnam , kore örneklerinde olduğu gibi ,dünyanın birçok ülkesine doğrudan saldırılarının yanı sıra darbeler yoluyla da faşizm ihraç etti.

Bugün Sovyetler Birliği yıkılmış ve sosyalizm, kapitalizm için potansiyel bir tehlike olmaktan çıkmıştır. Yeni dünya düzeninde dengeler yok olurken ,NATO halen farklı operasyonlarla varlığını sürdürmektedir. 

Küresel faşizmin tekelci sermeye ilişkileri  ve ortaklığı son Ortadoğu savaşlarının tarihsel kronolojisine baktığımızda, Arupada aşırı sağcı iktidarlarla yaptıkları dizgenin hiç de şaşırtıcı olmadığını , Suriye deki rejim değişikliğiyle anlamamak aptallık olur. Batı'nın temel insan haklarını destekleme ve uluslararası hukuku uygulama konusundaki ikiyüzlülüğünü ortaya çıkardı.

 ABD'nin bu sınavda gücünü kullanma yönünde karar vererek İran-İsrail savaşına İsrail tarafında ama kendi stratejik hedefleri doğrultusunda katılma kararı aldığını görüyoruz.

İsrail tarafından başlatılan ve ardından ABD'nin doğrudan katıldığı sebepsiz savaş, bir kez daha askerî gücün sınırlarını ve sömürgeci kibirin yıkıcı sonuçlarını gözler önüne serdi. Bu kibir, ABD'nin ardı ardına yaşadığı askerî yenilgilerle sonuçlandı ve şimdi de İsrail ordusunun yenilmezlik imajını yok etti.

Aslında bir yandan radikal İslamcı yapıları orta doğuda destekleyen ve her türlü lojistik destek sağlayan küresel sermeye aktörleri,Avrupa da ise korku dini haline getirdiği radikal İslamcı örgütleri ve inandıklarını tukaka yapmaları stratejik bir servisler savaşı haline getirilmesindendir.

Tek kutuplu bir dünya olmak insanlık açışından hem tehlikeli ,hemde barbarlığın vahşice uygulanacağı bir kölelik düzeni oluşturacaktır.Bu anlayış güçler dengesinin ABD eliyle vandalizmin kuralsız oynama isteği ,  önce Rusya, ardından Çin'i "ya benden olursun ya da boğarım" önerisiyle hedefe koymuştur. Küresel kurumlar, NATO devletleri Afganistan, Irak, Suriye, Libya başta; bildiğimiz bilmediğimiz daha pek çok ülkeyi bombalar, işgal eder, yıllarca kalır ve milyonlarca insan öldürürken , Son seans da İran baş düşman ilan edilerek ,füzeler savaşının zalimce dünya ya korku salınmıştır.

Evet bu Faşizm dir, Bunun adı devlet faşizminin mafya ağzıyla , dünya kültürlerine ,madenlerine , petrollerine  çökme projesidir.

Hem de  özgürlükler ve demokrasi çığırtkanlığıyla gelen küresel çapta Faşizmdir.

Emperyalizmi bir sözlük anlamı içinde değil, onun yaşam hakkımızı çalma endişesiyle tüm bedenizde hissederek önümüze bakmalı ve mücadele etmek değerlidir..





 
Kürşat CÜCÜK / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.