HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 06 KASIM 2025, PERŞEMBE

GAZZE BİZİM NEYİMİZ OLUR?

11.06.2025 00:00
Mekke, Medine, Kudüs, Bosna, Endülüs, Doğu Türkistan, Karabağ hep aynı çizgide gönlümüzdeki şehirlerimizdir.

Ayrısı gayrısı yoktur.

Çünkü oradaki mazlum ve mağdurlar bizim

öz be öz kardeşlerimizdir.

Anadolu fetheden ecdadımız bu toprakları şu üç şehirden aldığı manevi ilham ve neşe ile bizlere yurt olarak miras bırakmışlardır.

Bu toprakları besleyen ana damarlar Mekke, Medine ve Kudüstür.

Bu damarlarla olan rabıtamız koparıldığı an bir gün hedef tahtasında bizim olacağımız unutulmamalıdır. Mekke, Medine ve Kudüs Harim-i ismetimiz, Doğu Türkistan ve Gazze'nin ise izzetimizdir.

Bizler i'lâ-yi kelimetullah gibi bir kutlu davayı sahiplenmiş, üç kıtada yedi düvele meydan okumuş bir neslin ahfadı olduğumuzu hiçbir zaman unutmamız gerekir.

Biz unutsak dahi Kudüs'ten Bosna'ya, Libya'dan Doğu Türkistan'a kadar uzanan gönül coğrafyamız bizleri

özlem ve hasretle beklemektedir.

Merhum İsmail Karakaya Hocamız;

Ülkelerin hudutları öyle masa başında, haritanın üzerine cetvel koyarak çizilmez,

bir ülkenin diğeriyle sınırını biraz da türküler belirler! Demiş.

"Türkümüzü hasretle söyleyen yer de bizimdir, türküsünü hüzünle söylediğimiz yerler de bizim!" Diye ekliyor Serdar Tuncer…

Kudüs bizi hasretle çağırıyor, 1917'den beri hasret türküsü yankılanıyor sokaklarında, Osmanlı sancağının altındaki mutlu ve mes'ud günleri yad ediyor şehrin hafızası.

Coğrafya bizi bekliyorsa cetvelle çizilen sınırlar kimin umurunda…

Filistin/Gazze kimindir? diye soranlara "Filistin/Gazze bizimdir, lakin özgür

değildir" cevabını veriyoruz.

Kudüs, Gazze, Filistin İslam yurdudur ve kıyamete dek islam yurdu olarak kalacaktır.

Hz. Ömer'in Fethettiği, Selahattin Eyyubi'nin Haçlıların elinden

aldığı, Yavuz Sultan Selim Han'ın hadimi olmakla şeref duyduğu bu mübarek belde elbet bizimdir.

Ebed bizimdir.

Kardeşlerim!

Bu savaşa son verecek en büyük silah ve güç sensin.

Çünkü zalim senin desteğinle gelişiyor ve büyüyor.

Kardeşine attığı kurşunu, füzeyi, bombayı senin üzerinden kazandığı para ile servetine servet katan zulmün destekçisi firmalar üzerinden temin ediyor.

Dünyalık rahatımız için vaz geçemediğimiz o markalar, içecekler, kimyasal ürünler deterjan ve diş macunları mazluma sıkılan birer kurşun mesabesindedir.

Boykot sadece alışverişi kesmek değildir.

Rahatımızı bozmaktır, tepki göstermektir, alternatif üretmektir.

 
Cemil ÖNER / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.