HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 01 KASIM 2025, CUMARTESİ

İznik Gölü Katlediliyor

17.09.2025 00:00
‎Bursa'nın göz bebeği İznik Gölü, Marmara Bölgesi'nin en büyük tatlı su kaynağı. Yüzölçümü 298 km², toplam su hacmi ise yaklaşık 12,2 milyar metreküp.

‎İznik Gölü'nün yüzölçümü 298 km² olduğundan, su seviyesindeki 3 metrelik düşüş, yaklaşık:

‎894 milyon m³ (yaklaşık 0,9 milyar m³) su kaybına denk geliyor.

‎Yani göl, toplam hacmi 12,2 milyar m³ kabul edildiğinde, bugüne kadar kapasitesinin yaklaşık %7,3'ünü kaybetmiş durumda.

‎Yüzyıllardır hem doğaya hem de insana hem imparatorluklara hayat veren bu göl için, bugün alarm zilleri çalıyor. Çünkü su seviyesi hızla düşürülüyor, ekosistem bozuluyor ve geri dönülmez bir kaybın eşiğine geliyoruz.

‎Su Seviyesi Çöküşte

‎Devlet Su İşleri'nin verilerine göre göle her yıl yaklaşık 426 milyon m³ su giriyor. Ancak bunun 55 milyon m³'ü doğrudan tarımsal sulama için gölden çekiliyor. Buna ek olarak, göl çevresinde 9 binden fazla kaçak kuyu olduğu tahmin ediyoruz.

‎Son 20 yılda gölün su seviyesinde 3 metreye yakın düşüş kaydedildi. Kritik işletme kotu 83,30 metre olarak belirlenmişken, 2025 başında göl kotu 82,20 metreye kadar indi. Yani göl şu an alarm eşiğinin 110 cm altında. Tekrar edeyim 110 cm daha yükselse hala alarm eşiğinde.

‎Bu tabloya bir de sanayi yükü ekleniyor. Özellikle Orhangazi'deki Cargill ve Gemlik'teki Gemlik Gübre tesislerinin ciddi miktarlarda su çektiği biliniyor. Tarımsal sulamanın ve kaçak kuyuların yarattığı baskı, bu sanayi tüketimiyle birleşince göl adeta nefessiz kalıyor. Üstüne üstlük 13 Eylül itibarı ile Gemlik Gübre'nin ekskavatörleri su çekilen hatların kotlarının düşürülmesi için yenileme adı altında işlem yapmaktadır. Bu durumdan Doğa Koruma ve Milli Parklar 2. Bölge Müdürlüğünün bilgisi varmıdır bilinmez. Tek bilinen kot ne kadar düşerse düşsün biz şu çekimine devam ederiz, iznimiz var görüşü. Etik midir? Bence değildir.

‎Ekonomik ve Ekolojik Tehlike

‎İznik Gölü yalnızca bir su kütlesi değil, aynı zamanda bir ekonomi kaynağı. Göl çevresinde binlerce kişi zeytincilikten, balıkçılıktan ve turizmden geçimini sağlıyor. Ancak:

‎Balıkçılık neredeyse durma noktasına geldi; son 10 yılda gölden elde edilen balık miktarı %60'tan fazla azaldı.

‎Tarımsal üretim ciddi verim kaybı yaşıyor.

‎Göçmen kuşların uğrak noktası olan gölümüzde kuş çeşitliliği hızla azalıyor.

‎Kısacası, suyun azalması sadece gölü değil, etrafındaki yaşamı da kurutuyor.

‎Çözüm Ne?

‎Bugün susarsak, yarın göl de susacak. İznik Gölü'nü kurtarmak için acil adımlar atılmalı:

‎1. Kaçak kuyular kapatılmalı. Sıkı denetim getirilmelidir. Gezici ekipler oluşturulmalıdır.

‎2. Sanayi tesislerinin su kullanımı sınırlandırılmalı Gemlik Gübre ve Cargill'in su tüketimi şeffaf raporlanmalıdır.

‎3. Çiftçi modern sulama yöntemleri damla ve basınçlı sulama teşvik edilmelidir.

‎4. Halk bilinci için konferans ve seminerler verilmelidir. Çiftçi, sanayici, vatandaş ve yerel yönetim ortak bir bilinçle hareket etmelidir.

‎5. Koruma statüsü güçlendirilmeli hukuki ve idari düzenlemelerle göl özel koruma alanına alınmalı.

‎6. Sadece su değil kum çekimi içinde gerekli tedbirler alınmalıdır. Ekolojinin bir ayağıda kumdur. Bu konu hep atlanmasına rağmen fazlasıyla önemlidir.

‎Son Söz

‎İznik Gölü'nün kuruması, yalnızca bir doğa olayı değil; yanlış tarım politikalarının, denetimsiz sanayinin ve ilgisizliğimizin sonucudur. Eğer bugün harekete geçmezsek, yarın gölün suları değil, bizlerin vicdanı kuruyacak.

‎‎İznik Gölü'nün kaderi bizim elimizde. Ve unutmayalım: Bir göl kuruduğunda, aslında bir şehir de yavaş yavaş kurur.

 
Emin ÇİFTÇİ / ANALİZ / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.