HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 04 KASIM 2025, SALI

ŞİİRLERLE ATATÜRK’Ü ANMAK

03.08.2023 00:00
     Merhaba sevgili okurlarım.

     Bugün sizleri Tarihe mal olmuş ve Kültür Bakanlığının arşivlerinde yerini almış Yüce Atamızla ilgili şiirler sunmaya çalışıyorum.

     Bunlardan ilham alarak benimde kaleme aldığım ve

yine Kültür Bakanlığının onaylarına mazhar olan şiirlerimi içine alan "Şiirlerle Atatürk" isimli kitabımı sunmanın da onurunu yaşıyorum.

     Bu vesile ile siz değerli okurlarımıza ve saygı değer gönül dostlarıma baki selam, saygı ve muhabbetlerimi sunuyor, bir sonraki başka konuları içerecek sayfamda görüşmek umuduyla hoşça ve sağlıklı kalınız efendim.

 

 

 

O KADAR BÜYÜK Kİ

Ben nasıl söylesem nasıl anlasam,

O kadar büyük ki, anlatılamaz.

Tarihe sığmaz o insan ne yapsam,

O kadar büyük ki, anlatılamaz.

 

İster destan söyle, ister tarih yaz,

İster yüz bin defa methetsen de az,

Vizyonu, misyonu tartışılamaz,

O kadar büyü ki, anlatılamaz.

 

O yedi kıtada bir savaş verdi,

Tüm dünya o'nun önünde titredi.

O büyük Komutan, büyük askerdi,

O kadar büyük ki, anlatılamaz.

 

Bir devir açtı O, devir kapattı.

Nice tahtlar taçlar yıkıldı battı,

Sonunda sonsuzluk zevkini tattı,

O kadar büyük ki, anlatılamaz.

Hasan AZKIRAN/GEMLİK

……………………….X………………………

 

ATATÜRK

Atatürküm eğilmiş vatan haritasına

Görmedim tunç yüzünde böylesine geceler

Atatürk neylesin memleketin yarasına

Uçup gitmiş elinden eski makbul çareler


 

Nerde istiklâl harbinin o mutlu günleri

Türlü düşmana karşı kazanılan zaferi

Hiç sanmam öyle ağarsın bir daha tan yeri

Atatürküm ben ölecek adam değildim der.


 

Git hemşehrim git kardeşim toprağına yüz sür

Odur karşı kıyadan cümlemizi düşünür

Resimlerinde bile melül mahzun düşünür

Atatürküm kabrinde rahat uyumak ister.


                           Cahit Sıtkı TARANCI

………………….X……………….

 

DAHİ-İ TECEDDÜD'E

 

Büyük gazâ, büyük zafer bu inkılâp!

Büyük gazâ tagallübe...

Büyük zafer taassub u teseyyübe

Gazâ-yı Mustafa Kemal


Evet, cehalete ilmin bu bir büyük zaferi.

Cihan - şümül olacaktır onun bu şaheseri!

Yarın bu seyre denir kahramanların seferi...

Kuvâ-yı Mustafa Kemal

Dehâ-yı Mustafa Kemal!


         Abdülhak Hamid TARHAN

…………………….X…………………

 

ATATÜRK'E AĞIT

 

Edirneden Ardahana kadar

Bir toprak uzanır,

Boz kanatlı üveyikler üstünden uçar

Ardahandan Edirneye

Edirneden Ardahana kadar.


Kopdağında akar bir çeşme var

Serçe parmak kalınlığında suyu

Haram etmiş gece gündüz uykuyu

Akar da akar.


Samsunun evleri denize bakar

Sokakları yosun içinde;

Çaparlar, takalara, mavnalar,

Bilyalar gibi suyun yüzünde

Bir iner bir kalkar.


Kazovadan bir yar sevdim

Adamı günaha sokar.


Savaştepe köprüsünden geçen tirenler

Sel olur İzmire akar.

İzmirin denizi kız, kızı deniz

Sokakları hem kız hem deniz kokar.


Bu toprak bizim yurdumuzdur

Deli gönül yücesine çıkar,

Bir üveyik olur uçar gider

Ardahandan Edirneye

Edirneden Ardahana kadar.


Amasya'ya benzin yüklü bir yaylı geldi

Yağmurlu bir günde.

Devrisi gün silâh çattılar

Candarmalar hükümetin önünde,


Kemal Paşa çıkageldi

Bir alevdir aldı gitti yurdumuzun gönlünde,

Çorap gibi söküp attı

Düşmanları ordumuzun önünde.

Bu ne inançtır ki Gazi Paşa!

Atının teri kurumadan

Sürüp gittin yeni yeni savaşların peşinde!


Davullar zurnalar döğende

Ben seni hatırlarım!


Binip tirene gezende

Ben seni hatırlarım!


Tam iki yaşındaydım

Düşman İzmire girende!


Ben de gelecektim ama anam koymadı.

Küçüksün oğul dedi. Ben giderim ana bırak dedim.

Gideceğin bu yol dedi.


Şimdi büyüdüm sürüp geldim

Felek koydun ise bul dedi

                                 Cahit KÜLEBİ


…………………………….X………………………….

 

HAVZA YOLLARINDA MUSTAFA KEMAL

 

Muhmur dağın başında bir duman, bir duman,

Mustafa Kemal'in başında daha bir duman

Dağ düşünür gündüz gece başından duman gitmez,

Mustafa Kemal düşünür gündüz gece başından duman gitmez,


Dağların başında duman eksik olmaz,

Soy yiğidin başından duman eksik olmaz.

Mahmur dağının dumanlarına baktı da dedi.

Mustafa Kemal, Köroğlu olmak ne güzel şu dağlarda,

Tutmak gece gündüz denizlerin yolunu, yol vermemek,

Üşümek, ateş yakmak, yola düşmek ne güzel,

Bölmek orta yerinden gemilerin getirdiği güneşi,

Bir sana bir bana vermek ne güzel!




Çakal dağının eteğine vardı ki Mustafa Kemal,

Vakit alaca karanlık, dağın eteğinde bir kahve,

Kahvede düze inmiş eşkıyalar, Karadeniz uşakları,

Kaynıyor Erzurum işi semaver, çay demleniyor.

Uyanmış su, gözleri adamların, susuz gözleri sıcak,

Mustafa Kemal baktı, tanıdı, hepsi halk.


Oturdular, hep beraber çay içtiler,

Ordan burdan, dereden tepeden konuştular,

Sabah güneşi gelip bağdaş kurdu bir yana,

Yarı karanlıktı yüzleri birden aydınlandılar,

Acı çekmiş, susamış, dağ çizgileri sert

Mustafa Kemal'in gözlerinde tek tek ışıdılar.


Çıktı kavak yaylasına "oh!" dedi, Mustafa Kemal,

Ölmez be, insan bu vatanı sevince,

Halk kokusudur, güller çimenlerden gelir,

Ovaları sürenler aşağıda, ormanlarda bıçkı sesleri,

Dağılmış Mahmur dağının dumanları

Çekip cümle türküleri bir dere ışıltısıyla akar.


Havza'ya vardım ki, kulağımızı koyalım bir,

Bağımsız yaşamak diyelim bir, dinle ne ses verir?

Havza pazarına inmiş allı morlu köylüler,

Çıkarlar ormanlardan gizli gizli çağıralım, bir,

Gelirler toplanırlar ateşimize, onlar için yaktık,

Özgür yüreklerin soluğunu üflesinler bir.


Sevelim dedi, Mustafa Kemal, sevelim bir,

Selâm verelim bir, selâm alalım bir,

Halk olmak ne güzel şeydir arkadaşlar,

Şu sabah çayını içelim bir, kardeşçe sıcak.

Yüzümüzü yunalım şu dereden bir,

Sonra kursunlar darağacını kavgamıza,

Asarlarsa assınlar bizi düşlerimizden!

                         Ceyhun Atuf KANSU


………………….X………………….

 

O'NSUZ

 

Ah işte duyuyorum mesut günler içinden,

Sana "sevimli yüzün asla solmasın" diyen,

Bütün adınla dolu o coşkun şarkıları...

- Sen öldüğün için mi şimdi bayraklar yarı?




Görüyorum ilk defa seni gördüğüm günü;

Altından, alkışlarla geçiyorsun bir takın.

O gün bana gelmiştin babamdan daha yakın

Meğer duyacakmışım bir sabah öldüğünü...

Meğer görecekmişiz bir sabah gidişini,

İstanbul'un önünden son defa geçişini...

Bizler seninle nasıl, ne kadar beraberdik,

Bizler ki az sıkılsak "O başımızda" derdik;




Nasıl yok bileceğiz o güzel güneş yüzü?

Ana, baba değil bu, bizler Ata öksüzü

Tatmadık, bilmiyoruz bu bambaşka yarayı,

Öğret bize yarabbim ah O'nsuz yaşamayı!

                           Ziya Osman SABA


……………………X…………………

 

MUSTAFA KEMAL'İN SAATİ

 

Mustafa Kemal derlerdi,

Sonradan duydum adını,

Beni yumuşak parmaklarile okşar,

Eğilip bakardı ışıklı gözlerile.




Ona ben gösterirdim zamanını;

Güneş ışığında, ay ışığında,

Yıldız ışığında, mermilerin ışığında.

Senelerce dolaştık beraber,




Çöllerde, dağlarda, salonlarda.

Soğukta beraber titredik.

Beraber terledik sıcaklarda.

Kalbinin atışlarını duyardım




Ve anlardım düşünüp hissettiklerini.

Çanakkale'ye gitmiştik neden sonra,

Bütün gürültülere alışmıştım.

Şehitlere, yaralılara, seslere alışmıştım.




Top sesleri, denizin gürültüsü, kalbinin sesi,

Atların, katırların o acayip kişnemesi,

Hilâl bıyıklı kahramanlar

Kanla sulanan toprak,

Göklere uçan gövde bacak,




Türklüğün inatlı mukavemeti

Ürpertirdi zaman zaman beni.


Bir gündü, amansız bir boğuşmanın sonu.

Rüzgârda susmuştu toprak gibi,




Denizde dev gibi gemiler ve gölgesi bulutların,

İleri mevzilerdeydik

Her zaman olduğu gibi,

Gözleri ufuklardaydı, eli düşüncesinde.




Düşüncelerin en incesinde...

Kalbinin atışlarını dinliyorum.

Zaman endişeliydi.


Rüzgâr durmuştu.

Bir top patladı uzaklardan,




Bir şarapnel geliyordu bize doğru.

Saliselerine varıncaya kadar hızının,

Hesapladım, hesapladım da

Önüne koyuverdim kendimi

Bir anda duruverdi tıkırtılarım,

Ama onun kalbi durmadı...


                  Muzaffer UYGUNER



 
HASAN AZKIRAN - GÖNÜL PENCERESİ / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.