HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 10 KASIM 2025, PAZARTESİ

Ardahan’da Kapısı Açık Bir Başkan

17.09.2025 00:00
İlk Randevu

Ardahan Belediye Başkanı Sayın Faruk Demir'den danışmanı Şeyma Hanım vesilesiyle randevu istedim. Telefon trafiği uzamadı, protokol duvarına çarpmadım. Özel kalem ve danışmanların üslubu ölçülü, ilgisi yerindeydi; "Buyurun, konuşalım" diyen bir belediyecilik fotoğrafı gördüm. Kapı eşiği düşük, beklenti ve erişilebilirlik yönetimi epey yüksekti.

İlk Karşılama

Odaya girer girmez şunu fark ediyorsunuz: Mesafeyi makam belirlemiyor, konuşmanın kalitesi belirliyor.Faruk Demir, mütevazı bir tonla dinliyor; soruyu not defterine değil, tarihe ve takvime bağlıyor. "Ne zaman, nasıl, kaç parayla?" sorularını kendi cümleleriyle açıyor. Makam dili değil; şehir diliyle yani hemşerilik diliyle doğrudan açık ve net konuşuyor.

Saha Zekâsı

Proje anlatırken çoğunlukla dosya isimleri değil, günün akışı konuşuluyor. "Sabah esnaf rahat açıyor mu? Akşamüstü kaldırım bebek arabasına yetiyor mu?" Gündelik hayata dokunan soru seti, belediyeciliğin nereye nişan aldığını gösteriyor: İşleyen şehir. Elbette ki şehire köklü yaşatacak değişimleri içeren projeler de var fakat bir başka açısı da günlük hayata dokunan doğru ve net adımlar.

Rakam ve Takvim

Mütevazılık bazen az konuşmaktır; burada ise doğru zamanda rakam ve tarih söylemektir. "Şu iş şu gün bitecek, şu kalemden finanse edilecek" cümleleri, hamasi sloganların yerini çıktıların aldığını gösteriyor. Notlar, dosyalar, ara duraklar… Hepsi saat gibi işliyor, sayın başkan gerçekten de bu serhat şehrinde baı kalıplaşmış negatif alışkanlıkları değiştirmeyi bence hedefliyor.

Kura Kıyısı ve Açık Hava Yaşam Alanı

Ardahanlıların yaz akşamı nefes aldığı Kura Nehri kıyısında, belediyenin deniz bisikleti ve tekne turları yeniden devrede. Bir şehrin suyla barışması, sadece fotoğraf vermek değildir; insanların gününe ritim katmaktır. Kura'daki düzenlemeler ve sezon açılışı, "turizm–nefes–kent estetiği" üçlüsünü aynı çizgiye getiriyor. Ayrıca buranın gece aydınlatması ile bambaşka bir silüete sahip olması da gerçekten büyüleyici bir manzara ortaya çıkarıyor.  Bu belkide daha önce hiç düşünülmemiş ve projenlendirilmemiş bir meseleydi, oysa ki Amasya ve Eskişehir gibi içinden nehir geçen bir kente yakışanda bu manzaradır.

Asfalt ve Zemin

Şehir merkezinde "sıcak asfalt" yatırımı, belki manşetlik değildir ama direk gündeliğin içindedir. Kuru bir teknik başlık gibi durur; oysa sabah işe yetişen, akşam eve dönen herkes için konfordur. Ardahan Belediyesi'nin "son yılların en büyük yatırımı" başlığıyla paylaştığı asfalt çalışmaları, bu açıdan sahici bir çıpa. Özellikle doğu vilayetlerinde asfaltlar çok kolay aşınır çünkü kış mevsiminde yapılan tuzlama çalışmaları asfaltı tahrip eder. Ancak belediye sorumluluğunda olan yollarda böyle bir dejenerasyon olsa da anında aksiyon alınarak yama çalışmaları tamamlanıyor. Ve de yıllardır süre gelen az nüfuslu köy yollarında asfalt olmazdı fakat son yıllarda sıcak asfalt çalışmaları ile bu durum artık bir çözülmüş sorun haline gelmiş.

Galericiler Sitesi

Apartman altlarına sıkışmış, şehre yayılmış galerileri bir noktada toplamak… Hem güvenlik ve düzen, hem de esnaf için standart konfor demek. Yeni otogarın yakınına konumlanan Galericiler Sitesi'nin temeli atıldı; belediye, şehir içindeki galerileri bu alana taşımayı hedefliyor. Proje sahada ilerliyor, takvim duyuruları şeffaf. Megakentlerde alışkın olunan bu düzenin Ardahan'da olması ise daha şimdiden iyi bir altyapının hazırlandığının göstergesi.  

"Beş Yılda Neler Yaptık?"

Belediyenin yaptığı işleri tek tek sıralayan ve kamuya açık bir "hesap" geleneği, yerel yönetimde nadir görülen bir kültürdür. Ardahan Belediyesi'nin yayımladığı "5. Yılda Neler Yaptık" dokümanı bu kültürün resmi: "Şu iş bitti, şu iş sürüyor, şu iş planlandı" diye herkesin görebileceği bir çerçeve. Kurumun hafızası yurttaşın ekranına açılıyor. 

Erişilebilirlik

Erişilebilirlik, bir basın toplantısında söylenen cümle değildir; telefonun gerçekten kapanmamasıdır. Özel kalem, danışman, ilgili müdürlük… Herkes aynı sayfada. "Ulaşamadım" cümlesi şehirde tutunamıyorsa, bunun nedeni bu işleyen hat: Talep düşüyor, süreç başlıyor, dönüş geliyor. Sayın başkanla görüşmemde beni en çok etkileyen ise bu politika oldu. Herkesle teması olan bir başkan profili var burada, her yüreğe, her düşünceye dokunmak isteyen bir başkan profili, bu CHP'nin toplumun her kesimi kucaklama politikasıyla epey örtüşüyor.

Delegasyon + Takip

"Şunu halledelim" dendiği an, muhatap ve tarih beliriyor. Delegasyon var—ama sorumluluk da var. Konu havada kalmıyor; takvime bağlanıp geri dönüşe yazılıyor. Koridorda yürürken bile işin ritmi hissediliyor: Hantallık yok, gereksiz vitrin yok. Anında aksiyon almak beni bir mühendis olarak çok etkiledi.

Küçük Bütçe, Büyük Etki

Büyük projeler elbette değerli; ama bir şehrin terbiyesi, kaldırımın terazisinde, yol çizgisinin netliğinde, çarşının sirkülasyonunda saklıdır. Faruk Demir'in tercih ettiği yaklaşım tam da bu: Düşük maliyetli ama yüksek etkili düzeltmeler. Gösterişsiz, ama günlük hayatı anında iyileştiren hamleler. Ve tabii bu büyük projelerin alacağı zamanı telafi etmek için yapılan icraatlerdir. Hiçbir anı boşa harcamayan bir başkan profilinin olması bu memleketin bir ferdi olarak beni epey gururlandırdı.

"Kent + İnsan" Dengesi

"Güzel görünsün" tek başına yetmiyor; "iyi çalışsın" da şart. Kura kıyısından çarşı içi yollara kadar estetik ile işlev, aynı çizgide ilerliyor. Bir projeyi "yapılmış" saymak yerine "işliyor mu?" sorusuyla takip etmek, kentin insanla kurduğu bağın asıl göstergesi. Bu bağ güçlendikçe şehrin özgüveni artıyor. Özellikle eski taş binalar ve dengeli restorasyon  ile şehire güzel bir ambiyans sunulmuş.

Liyakat

CHP'nin "işi ehline verme" yaklaşımı, kâğıt üstünde bir prensip olmaktan çıkıp Ardahan'da ete kemiğe bürünmüş. Doğru isimlerin doğru masaya oturması, belediye ritmini hızlandırmış. Başkan–ekip uyumu, süreç–takvim disiplini, şeffaf iletişim… Bu üçlü, bir yerel yönetimin başarısını açıklamak için yeterli. Bence bu yönetimin esas mimarı CHP'nin sahip olduğu parti içi demokrasi. Çünkü her CHP üyesi aslında liyakata bakar, partimi kim daha iyi temsil edebilir der ve onun arkasında yer alır. Ardahan'da da bu durum net olarak görülüyor.

Benim gördüğüm Faruk Demir profili; kapısı açık, ajandası dolu, cümleleri kısa bir başkan. Randevu sürecinden toplantı masasına, oradan sahadaki uygulamaya uzanan bir zincir var—kopmuyor. Kura kıyısında sosyal yaşamı canlandıran işler, merkezde altyapıyı güçlendiren dokunuşlar, esnafı düzenleyen Galericiler Sitesi… Hepsi "işliyor mu?" sorusuna bağlanıyor; hepsi, şehrin ritmine hizmet ediyor.

 
Deniz Yılmaz UĞURLU / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.