HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 19 KASIM 2025, ÇARŞAMBA

Otomotivin Kesişme Noktaları

02.10.2025 00:00
Otomotiv sektörü hâlâ iç içe geçmiş krizlerin ve fırsatların ortasında, bir geçiş döneminin tam kalbinde. Bugün baktığımızda, sadece teknoloji değil; jeopolitika, tedarik zinciri kırılmaları, regülasyon baskısı ve tüketici direnliği bu sektörü şekillendiriyor. Otomotiv camiasında yankılanan birkaç kritik eğilim ve dönemeç, geleceğin yönünü de hayli belirleyecek gibi görünüyor.

Elektrifikasyonun Eşiği

İlk bakışta, "herkes elektrikliye geçiyor" gibi bir algı hâkim; ama gerçekte işler o kadar basit değil. Örneğin GM, daha önce çok agresif şekilde EV dönüşüm planları açıklarken, şimdilerde bu hedeflerden ödün veriyor ve içten yanmalı motorlara yeniden yatırım yapmanın yollarını arıyor. Bu değişim, altta yatan birçok kayan dinamiği işaret ediyor: altyapı eksikliği, maliyet baskısı, tüketici talebindeki dalgalanmalar.

Volvo gibi firmalar da stratejilerini "tam elektrik"ten hibritle dengelenmiş modeller yönüne çevirmeye hazırlanıyor. Yani otomotiv devriminde bütün adımlar ideal koşullarda ilerlemiyor; evrim derin, aceleyle değil planlı olarak gerçekleşiyor.

Tedarik Zinciri ve Jeopolitika

Elektrikli araçlar (EV'ler) yoğun olarak lityum, kobalt, nadir toprak elementleri gibi kritik hammaddelere bağımlı. Avrupa otomotiv sanayi analizlerine göre, AB otomotiv sektörü giderek artan ölçüde bu kritik girdileri Çin ve diğer dış kaynaklara bağımlı hale geliyor. Bu durum, sadece maliyetleri artırmakla kalmıyor; aynı zamanda arz şoklarına karşı savunmasızlığı büyütüyor.

Üstelik Çin, EV ihracatlarını düzenlemek üzere yakında ihracat lisansı uygulamasına geçeceğini açıkladı. Bu düzenleme, Çinli marka imajını koruma motivasyonuyla açıklanıyor ama küresel piyasalarda arz zinciri ve fiyat dengeleri açısından yeni kırılmalar yaratabilir.

Aynı zamanda bazı otomotiv grupları üretimini durdurma kararı alıyor: Örneğin Stellantis, Avrupa'daki bazı tesislerinde üretimi geçici olarak askıya aldı. Bu durum, talep düşüklüğü kadar, bileşen tedarik sıkıntıları ve yüksek stok problemlerine de işaret ediyor.

Siber Güvenlik

Fiziksel makineler kadar yazılım, ağ bağlantısı ve verinin güvenliği de artık sektörde hayati önem taşıyor. Jaguar Land Rover, Ağustos ayında yaşadığı büyük çaplı bir siber saldırı sonrası üretimini durdurmak durumunda kaldı; bugün üretimi kademeli olarak yeniden başlatıyor. Bu olay sadece JLR'ye değil, tedarikçilerine, hatta lojistik zincirlerine kadar ciddi maliyet ve güven kaybı getirdi.

Bağlantılı ve otonom araçların yaygınlaşmasıyla siber saldırı yüzeyi de genişliyor; bu yüzden araç güvenliği, gizlilik ve saldırı riski yönetimi artık mühendislik tasarımlarının merkezinde yer almalı. Akademik çalışmalarda da, bağlantılı araçlarda güvenlik, gizlilik ve güvenilirlik arasındaki çelişkiler ayrıntılı olarak inceleniyor.

Otonom Sistemler

Otonom araçlar, hâlâ geleceğin hayali olarak kabul edilse de daha kısıtlı senaryolarda (örneğin kampuslar, kapalı çevreler, robotaksi modelleri) bazı seviyelerde ticarileşme görünüyor. WeRide gibi şirketler, çok sayıda ülkede "Level-4" otonom testler yürütüyor ve zaten bazı şehirlerde özerk servislerle denemelere başladı.

Ancak akademik analizler hâlen tam otonom ("Level 5") araçların yaygınlaşmasının onlarca yıl sürebileceği yönünde uyarılar yapıyor. Yani "posta kodunda her evin robot arabası olacak" senaryosu, teknik, düzenleyici ve güvenlik engellerinden dolayı pek de yakın ufukta olmayabilir.

Türkiye Açısından Gelişmeler

Uluslararası gelişmeler kadar, Türkiye özelinde de önemli kırılmalar yaşanıyor. Örneğin:

TOGG'un yeni elektrikli fastback modeli T10F'un ilk teslimatlarına başlandı.

Otomotiv ihracatı artış trendinde: Ağustos ayında ihracatta %1,3'lük yükseliş gözlendi. Vergi düzenlemeleri, ÖTV değişimleri ve ithalat kısıtlamaları piyasayı yeniden şekillendiriyor.

Bu dinamikler, Türkiye'nin otomotiv stratejisinde "yerel üretim + teknoloji yatırımı + global entegrasyon" eksenini kaçırmaması gerektiğini bir kez daha gösteriyor.

Günümüz otomotivine bakınca, sadece "araç üretmek" artık yeterli olmuyor. Araç, altyapı, veri, güvenlik ve küresel ekosistem arasında dengeli bir köprü kurabilmek belirleyici olacak. Kim bu köprüyü inşa edebilirse, yarının otomotiv sahnesinde öne geçecek.

 
Deniz Yılmaz UĞURLU / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.