HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 07 KASIM 2025, CUMA

‘Devlet benim' Prof. Dr. Haydar Baş

27.06.2023 00:00


Devlet, milletin sınır çizgisi, bağımsızlık otağı, şeref, namus güvenliği, gücü kalkanı, varlığı ve şanıdır. Devletin varlığı millet, milletin varlığı devlet ile sağlanır. Bir bütündür. Türk'ün özünde bu kuvvet vardır. 

Kıymetli kardeşim Hasan Fatih Çakır, uzun araştırmaları neticesinde 'Türk bir ırk değildir. Türk hak olan dinin adıdır' tespitini yapmıştır.

Hz. Âdem'den (a.s) Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a) kadar bütün peygamberler hak olan İslam'ı tebliği etmişlerdir. Böyle olunca Türk devamlı vardır. Hz. Nuh'un (a.s) oğullarından Hz. İbrahim'e (a.s) Türk vardır. Türk adalet ve güven demektir. Bu manada Türk Devleti büyük bir ifadedir. 

Akıl, bilim, sadelik, kendine has duruşu ile Türk, İslam'ın yegâne merkezidir. Bugün de öyledir. Yarın da...

Muhterem üstadımız Prof. Dr. Haydar Baş Bey ne demişti:

"Türk batarsa kâinat batar." Türk'ün hem fert ve hem devlet olarak varlığı bundan güzel ifade edilemez. Tarihte çok anlatılan bir fıkra var.

Keçecizade Fuad Paşa'nın Osmanlı Devleti için yabancı bir devlet temsilcisine "siz dıştan biz içten yıkmaya çalışıyoruz yine yıkılmıyor" dediği rivayet olunur.

Burada "yıkmaya çalışıyoruz" sözünden, yönetim acziyetinı kastettiği de söyleniyor. Tarihi, askeri, kültürel, ekonomik gücümüzle ayakta kalmasını ilerlemesini bilmeliyiz.

Atatürk Bursa gezisinde bir çiftçiyi görür ve yanına gider.  

- Tarlanın sahibi sen misin? 

- Evet, der. Karpuzlar olana kadar bakımını yapar tarlamızı bekleriz.

Atatürk:

- Birisi gelip bu tarlaya girmeye, talan etmeye kalksa ne yaparsın? Deyince köylü:

- Aha bu Kırıkkale ile hakkından gelirim.

Atatürk çiftçinin cevabından çok memnun olmuştur. Yeni mahsul karpuzlardan alır ve parasını verir. Çiftçi parayı almak istemez. Atatürk, ısrarla verir ve oradan ayrılırken şunu söyler:

"Öyleyse beklenir."

Atatürk vatan demektedir. "Ben de bu vatanı öyle beklerim, sahip çıkarım" demektedir. Devlet demektedir. "Bunun için daha, Sakarya Savaşı esnasında kurumların nasıl olacağını düşünüyordu" tespiti yapılır Atatürk için.

Devletin kurumları, her bakımdan kendini yenileyen, gelişmelerin gerisinde kalmayan yapıda olmalıdır. Siyasi hırslar devlet millet menfaatinin önüne geçmemelidir. Birliğimiz, terbiyemiz, gelenek ve göreneklerimiz, musikimiz, bizi bir yapacak değerlerimiz devlet binasının temel taşlarıdır.

Dış güçler her zaman var olacaklardır. İçte de zafiyet gösterenler olacaktır. Fertler uyanık olmalıdır. Manevi kişiliği ile sürekli kitap okuyan, hayırlı adımlar atan vatan evladı olmalıdır. Hayatta en önemli şey büyük iyilikler bırakmaktır. 

Muhterem Üstadımız Prof. Dr. Haydar Baş Bey, nikâh merasimlerinde, yüzük takma esnasında gelin damat için, "Dine, vatana, millete, hadim ve hadime evlatlar yetiştirmesini Cenab-ı Hak'tan niyaz ederim" duasını yapardı.

Devlet adalet demektir. Devlet ayırımcılık yapmaz. Devlet haksızlık yapmaz. Devlet koruyandır. Tutandır. Devlet merhamet denizidir. Çare yeridir. Hakların verildiği, haksızlıkların haddinin bildirildiği yerdir. Bu sebeple muhterem Hocamız,

'Devlet benim' sözünün sahibi, müşahhas örneği, sözün ve bilgeliğin başı olmuştur

 
FEYYAZ İNANÇ - KULVAR / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.