HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 07 KASIM 2025, CUMA

İmtihan edenden razı olmak

10.08.2023 00:00
Her insanın bir imtihanı var.

Kimi anne babası, kimi çocukları ile imtihan olur. Kimi makamı, kimi malı, kimi elindeki imkanlarıyla imtihan olur. Kimi hastalıkla. Kimi hastasına bakmakla...

Nasıl başaracağız?

Toprağa düşen buğday tanesine bakalım. 

Bu taneyi alırlar, toprağın karanlık ve rutubetli yerinde bırakırlar. Kara bulutlar gelir tepesinde şimşekler çakar. Ana rahmindeki çocuk gibi dokuz ay geçer. Nihayet filiz olur. Başını topraktan çıkarır. Onu bekleyen güneştir. Karanlıktan aydınlığa çıkmıştır. Aylarca durduğu soğuk ve rutubetli yerden bütün bir cihanı ısıtan güneşin sıcaklığına kavuşur. Olgunlaşır. Başak olur. 

İnsan buğday tanesi gibidir.

İmtihanı buğdayın dışında kalanlardır.

Cenab-ı Hak ayet-i kerimede buyuruyor: "And olsun ki, sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele!" (Bakara, 155).

Allah'ı zikretmekle, Allah Resûlü'ne (s.a.a) itaat ve sevgi ile, Ehl-i Beyt'ini örnek almakla, devamlı ibadetle imtihanı kazanmalıyız.

İmtihan çile değildir. Rahmettir.

İnsan bütün bunları sabır ve sebat ile tevekkül ile, güzel ahlaka sarılmakta başarır.

Halimizden şikayet aslında sadece manevi direncimizi kırmaktan başka bir şeye yaramaz.

Belki bunun en anlamlı sırrı, ayet-i kerime de, "sabr-ı cemil" buyrulan 'en güzel sabır'dır.  

Bu yücelik, hanımefendi ve beyefendiler işidir. Etrafımızda böyle seciye ve kanaat sahibi nice hürmetli kişileri görürüz. Allah Resûlü hadis-i şeriflerinde buyurdu: "Sabır Zaferdir."

Anne baba sabırla kazanıyor, öğretmen, doktor, gönüller sultanları ve Mevlâna Celâleddin-i Rumi de hep sabırla kazandılar. İnsan-ı kamiller her meşrepten kişileri engin sabırları ile kazanıyor. Bizler eğer düşmeden kırılmadan, kaymadan kaybolmadan yolumuzda yürüyebiliyorsak hep sabır ile bizi tutanlar sayesindedir.

İlkokul yıllarında okul çıkışında bana araba çarpmıştı. Arkadaşıma, kardeşine araba çarptı demişler. Bizi kardeş biliyorlarmış. O andan sonraki üzüntüsü, koşması, takip etmesi destek olması var ya, pervane olan iyilik melekleri gibi... 

Bittim dediğin yerde sırtını sıvazlayan gelir.

Mahallemizde bakkal Hüseyin amca vardı. Kuruşları biriktirir "kaynana şekeri" almak için gelirdik. Üstü başı toz toprak içinde, harçlığı yetmeyenlere bir gülümsemesi vardı. Unutamam. Aileleri iyi tanırdı. Ağzından bir sır alamazdınız. Kabullenmek ve razı olmak.

Başarmanın ana direği budur.

Başa gelene razı olmak. Memnun olmak. Sonuna kadar memnun karşılamak.

İnsan ilişkilerinde böyle kuvvetli bağlar vardır.

Öyle kadınlar var ki, ayyaşına, delisine, huysuzuna sabrederek pırıl pırıl evlatlar yetiştirir. Yine sabırlı, merhametli erkekler vardır, kadınların noksanlıklarına sabrederek kıymetli nesil kazanırlar. Yuvayı tutar, korur. Televizyon ekranlarında bu bağlar nasıl güçlendirilir, bunların filmi ve dizileri olmalı.

Bir kadın duydum. Kocasından boşanmak istiyormuş. Şaşırdım. Kocasını tanıyorum. Sordum niye diye? Kocası şu an işsizmiş.

Olmaz böyle şey. Varlıkta ve darlıkta bir ve beraber olmaya Allah ve Peygamberi adına söz verilen şeye nikâh deniyor. Bu kadar basit değildir. İnsan hayatı uzun soluklu bir yokuş. Birlikte yürüme sanattır.

Yine bir gelin yıllarca kayın pederinin zulmüne maruz kalıyor. Kocası ölünce gelin hepten mahrum kalmış... Merdiven temizliğinde başlıyor. Çocuklarını edepli ekranlı yetiştiriyor. Hacca gidip geldiğinde gözyaşları ile mutluluğunu ve şükrünü ifade ediyordu. 

İnsan ya iyiliği seçer iyilik tarafından ömrünü bitirir. Ya da kötülüğü seçer ve ömrünü bitirir.

Buğday olalım. Tane olalım. Öz olalım. 

Kötüye, kötülüğe takılmayalım.

Şeytan da kıyamet kopana kadar şeytanlaşmışlarla beraberdir.

Bir ayet-i kerime meali ile tamamlayalım

"Muhakkak Allah, takvâ ile hareket edip iyiliği seçenlerin yanındadır." (Nahl, 128).

 
FEYYAZ İNANÇ - KULVAR / diğer yazıları
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.