HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 01 KASIM 2025, CUMARTESİ

İklim Kanunu Sonrası Orman Yangınları ve Doğa Katliamları: Ülkemizin Vahim Tablosu ve Yasal Mücadeledeki Eksikler

29.07.2025 00:00
Son yıllarda Türkiye, doğa ve çevre alanında tarihi bir sınavdan geçiyor. Artan orman yangınları, kuraklık ve doğa tahribatları, iklim krizinin ülkemizdeki etkilerini gözler önüne seriyor. 2021 yılında yürürlüğe giren İklim Değişikliğiyle Mücadele Kanunu, ülkemizin iklim krizine karşı stratejik adımlarını belirlemek amacıyla hazırlanmıştı. Ancak geçen sürede yaşanan yangınlar ve doğa katliamları, kanunun sadece kağıt üzerinde kalmadığını, uygulamada da sahici ve kararlı önlemlerin alınması gerektiğini açıkça ortaya koyuyor.

İklim Kanunu, temelinde karbon salınımını azaltmak, yenilenebilir enerjiye geçişi hızlandırmak ve doğal yaşam alanlarını korumak gibi büyük hedefler taşıyor. Kanun, özellikle orman yangınları gibi iklim kaynaklı afetlerin önlenmesi ve etkilerinin azaltılması için çeşitli mekanizmalar içeriyor. Ancak ne yazık ki, yaşanan büyük yangınlar ve sonrası doğanın uğradığı ağır zararlar, bu yasal düzenlemelerin uygulanmasında ciddi aksaklıklar olduğunu gösteriyor.

Türkiye'deki orman yangınlarının artışında iklim değişikliğinin etkisi tartışılmaz. Sıcaklıkların rekor seviyelere yükselmesi, kuraklık süresinin uzaması ve rüzgarlı havaların yangın riskini katlaması, yangınların yayılmasını kolaylaştırıyor. Bu olumsuz hava koşulları, orman ekosistemlerimizi daha kırılgan hale getirirken, yangınları kontrol altına almayı da zorlaştırıyor. Ancak iklim kaynaklı bu zorlukların yanında, insan faktörünün yangın riskini artırmadaki etkisi de göz ardı edilmemeli. Tarımda anız yakılması, ihmaller, bilinçsiz arazi kullanımı ve bazen de kötü niyetli sabotaj eylemleri, doğal kaynaklarımızın yok olmasında önemli rol oynuyor.

Yasalar ve yönetmelikler, orman yangınlarıyla mücadelede çeşitli önleyici tedbirlerin alınmasını ve yangın sonrası rehabilitasyonun sağlanmasını öngörüyor. Ancak uygulamadaki eksiklikler, kurumlar arası koordinasyon zaafları ve kaynak yetersizliği, sahada karşılaşılan yangınların büyümesine ve doğal yaşamın geri dönülmez şekilde zarar görmesine neden oluyor. Bütçeden ayrılan kaynakların yetersizliği, yangın söndürme ekiplerinin donanım eksiklikleri ve teknolojik altyapının çağın gereksinimlerinin gerisinde kalması, mücadeleyi zorlaştıran en temel unsurlar arasında yer alıyor. Ayrıca, yangın çıkaran ya da önlemede ihmali olanlara karşı yeterince caydırıcı ve etkin yaptırımlar uygulanmaması, doğa katliamlarının önüne geçilmesini engelliyor.

Yangınların ardından yaşanan doğa tahribatı, sadece ağaçların yanmasıyla sınırlı kalmıyor. Toprak erozyonu, su kaynaklarının kirlenmesi, biyoçeşitlilik kaybı ve ekosistemin bozulması, orman yangınlarının yarattığı çok boyutlu felaketin parçalarıdır. Doğa üzerindeki bu ağır yıkım, uzun yıllar sürebilecek sosyal ve ekonomik olumsuzlukları da beraberinde getiriyor. İklim Kanunu'nun da hedeflediği üzere, yangın sonrası alanların hızla rehabilite edilmesi ve yeniden ağaçlandırma çalışmalarının bilimsel esaslara göre yürütülmesi gerekiyor. Ancak bu konuda da ciddi aksamalar ve planlama eksiklikleri mevcut.

İklim Kanunu'nun öngördüğü hedeflere ulaşmak ve doğa katliamlarını önlemek için öncelikle devletin ilgili kurumları arasında etkin bir koordinasyon sağlanmalı, afet yönetim kapasitesi artırılmalı ve kaynaklar artırılarak modern teknolojiler devreye sokulmalıdır. Ayrıca, yerel halkın yangınlara karşı bilinçlendirilmesi ve katılımının sağlanması, yangınların erken tespiti ve söndürülmesinde kritik önem taşır. Eğitim, bilinçlendirme ve toplumun her kesiminden destek olmadan, yangınlarla mücadele eksik kalacaktır.

Son yıllarda gördüğümüz gibi, orman yangınları sadece ekolojik bir sorun değil; aynı zamanda toplumsal, ekonomik ve kültürel bir krizdir. Bu yangınlarla mücadele etmek, sadece kanunları çıkarmakla değil, onları sahada tutarlı ve kararlı biçimde uygulamakla mümkündür. İklim Kanunu'nun getirdiği vizyon, ancak ve ancak yerel pratiklerle bütünleşirse Türkiye'nin doğal varlıklarını koruyabiliriz.
Ülkemizin doğasını savunmak bir tercih değil, varoluşsal bir zorunluluktur. Ormanlarımız yoksa, temiz suyumuz ve temiz havamız da olmayacak; dolayısıyla sağlıklı bir gelecek kurmamız mümkün olmayacaktır. Bu nedenle, İklim Kanunu'nun gereklerinin yerine getirilmesini, yasal boşlukların kapatılmasını ve doğa katliamlarına karşı tüm kamu kurumlarının, sivil toplumun ve halkın birlikte seferber olmasını artık bir zorunluluk olarak kabul etmeliyiz.

Acı bi haberde bu hafta canımızı yaktı. Değerli kardeşim Muharrem Değirmen'in vefat eden annesi Kadriye Teyze, hayat dolu, ağzı dualı, Ehlibeyt sevgisiyle yoğrulmuş, aynı zamanda Atatürk ve Cumhuriyet sevdalısı bir annemizdi. Onun bu eşsiz karakteri ve duruşu, çevresindekilere daima ışık oldu, örnek teşkil etti. Kadriye Teyze, sevgiyle, şefkatle ve inançla hayatını sürdürürken, hepimizin kalbinde unutulmaz izler bıraktı.

Onun aramızdan ayrılışı, yalnızca ailesi için değil, onu tanıyan, seven herkes için derin bir kayıp oldu. Muharrem kardeşimin ve tüm aile fertlerinin bu ağır imtihan karşısında gösterdikleri sabır ve metanet, Kadriye Teyze'nin yaşamından aldıkları güçle daha da anlam kazandı.

Rabbim, merhume Kadriye Teyze'yi cennetinin en güzel köşesine yerleştirsin, ruhunu şad eylesin. Yakınlarına ve sevenlerine sabır, sağlık ve güç versin. Onun anısı, bizlerin yolunu aydınlatmaya devam edecek, dualarımızda hep yaşayacaktır.

 
Yüksel AKBAYRAK / TERS KÖŞE / diğer yazıları
•CUMHURİYET, dik durmanın, adam olmanın adıdır! 29 00:00:00.10.2025
• “İtin Havlamasıyla Çınar Sallanmaz” 22 00:00:00.10.2025
•Orhangazi’de Siyaset: Menfaat mi, Memleket mi? 14 00:00:00.10.2025
•Velhasıl Bursa Sudan Değil, Susuzluktan İbarettir... 07 00:00:00.10.2025
•Hangi Gençlik? Hangi Ekonomi? Hangi Eğitim? 02 00:00:00.10.2025
•FUTBOL SAHADA DEĞİL, MONİTÖR BAŞINDA OYNANIYOR 25 00:00:00.09.2025
•Gaziler Günü’nün Gerçek Manası Üzerine 19 00:00:00.09.2025
•Halkın Gerçek Gündemi Nerede? 17 00:00:00.09.2025
•Bağımsızlık Bir Kimliktir 10 00:00:00.09.2025
•Boş Tencere Siyaseti Yıkar 03 00:00:00.09.2025
• Ağustos Türklüğün Zaferlerle Yoğrulmuş Ayı 29 00:00:00.08.2025
•ORHANGAZİ’DE SPORUN ÇÖKÜŞÜ: 20 00:00:00.08.2025
•Orhangazi: Kaybolan Potansiyelin Hikâyesi 12 00:00:00.08.2025
•Depremi unutan geleceğini gömer! 05 00:00:00.08.2025
•İklim Kanunu Sonrası Orman Yangınları ve Doğa Katliamları: Ülkemizin Vahim Tablosu ve Yasal Mücadeledeki Eksikler 29 00:00:00.07.2025
•Kağan Usta’dan Gençliğe Yatırım, Bekir Aydın’dan Ücretli Tesis! 24 00:00:00.07.2025
•Bir Ahırın Sessizliği 15 00:00:00.07.2025
•“Zulme Boyun Eğmeyenlerin Efendisi: Hz. Hüseyin” 05 00:00:00.07.2025
•Hücrede Doğan Siyasi Cazibe: Ümit Özdağ ve Yeni Neslin Sessiz Haykırışı 02 00:00:00.07.2025
•150 GÜNÜN ARDINDAN ORHANGAZİ 25 00:00:00.06.2025
•“Hedef Türkiye” Gerçeği: Bir Uyarının Gölgesinde 20 Yıl 18 00:00:00.06.2025
•Ekonomik Gerçekler ve Çözüm Arayışları 11 00:00:00.06.2025
•İznik’te Sessiz Ama Derin Bir Değişim 29 00:00:00.05.2025
•ADD Aile Şirketi Değildir, Egoların Gölgesi Hiç Değildir ADD: Açılımı Artık “Aile Dostları Derneği” mi? 21 00:00:00.05.2025
•19 Mayıs bir uyanış, bir itiraz, bir meydan okumadır 18 00:00:00.05.2025
•Sadabat Paktı Krizler İçinde Doğunun Ortak Aklı 13 00:00:00.05.2025
•"Sadece Bir Kişiye Değil, Bir Duruşa Saldırıdır Bu" 05 00:00:00.05.2025
•Hayalden Hakikate 22 00:00:00.04.2025
•TÜRKİYE İÇİN KRİTİK BİR DÖNEMEÇ İKLİM YASASI VE DEVLETİN STRATEJİK KARARLARI 16 00:00:00.04.2025
•Sosyal Devlet, Milli Devlet ve Atatürkçü Duruşun Mirasçısı 14 00:00:00.04.2025
•En yüce değer ADALET 09 00:00:00.04.2025
•İklim Kanunu’na Karşı Çıkmalıyız! 26 00:00:00.03.2025
•OĞUZ TÖRESİ VE ÇANAKKALE - ATATÜRK'SÜZ ZAFER OLMAZ! 18 00:00:00.03.2025
•Bir Milletin Ruhunu Yaşatan Tarihler 12 Mart ve 14 Mart 12 00:00:00.03.2025
•Oğuz Kağan'dan Atatürk'e Uzanan Kutsal Miras Türk Kadını 07 00:00:00.03.2025
•Güçlü Türkiye için: İklim yasasına hayır! 04 00:00:00.03.2025
•AYNI SENARYO, AYNI FİGÜRANLAR 24 00:00:00.01.2024
•CHP ORHANGAZİ’DE NEREYE KOŞUYOR? 12 00:00:00.01.2024
•HAKSIZLIKLARA ve BASKILARA RAĞMEN... 03 00:00:00.01.2024
•CHP’DE AKIL TUTULMASI MI YAŞANIYOR? 27 00:00:00.12.2023
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.