HOŞGELDİNİZ! BUGÜN 27 KASIM 2025, PERŞEMBE

19 Mayıs bir uyanış, bir itiraz, bir meydan okumadır

18.05.2025 00:00
Takvimler 19 Mayıs'ı gösterdiğinde, ülkenin dört bir yanında kutlamalar yapılır. Gençler coşkuyla tören alanlarına koşar, spor karşılaşmaları düzenlenir, bayraklar gökyüzünü süsler. Herkes bu günü "Gençlik ve Spor Bayramı" olarak bilir. Fakat 19 Mayıs'ı yalnızca bu yönüyle hatırlamak, tarihsel derinliğini unutturur. Oysa bu tarih, bir milletin uyanışı, bir işgale karşı itirazı ve emperyalizme açık bir meydan okumasıdır.

1919'un karanlık baharında Osmanlı coğrafyası bir enkazı andırıyordu. İstanbul işgal altındaydı. Anadolu'nun dört bir yanında işgalci devletlerin postalları yankılanıyor, Türk milleti yok sayılıyor, kaderi başkalarının masalarında belirlenmeye çalışılıyordu. Umutsuzluk hâkimdi; ama tam da o günlerde Samsun ufkunda bir gemi belirdi: Bandırma Vapuru. Ve o vapurdan inen bir adam, milletin makûs talihini değiştirmek üzere Anadolu toprağına ilk adımını attı: Mustafa Kemal Paşa.

19 Mayıs 1919 işte bu yüzden bir tarihten ibaret değildir. O gün, bir milletin yeniden ayağa kalktığı gündür. Teslimiyetin yerine direnişi, sessizliğin yerine haykırışı, kabullenişin yerine itirazı koyan bir anlayışın doğduğu gündür. Samsun'a çıkan sadece bir komutan değildi; onunla birlikte Anadolu topraklarına bir fikir, bir inanç ve bir isyan doğdu. Bu isyan, esarete karşıydı. Bu inanç, bağımsız yaşama arzusuydu. Bu fikir ise halkın egemenliği üzerine kurulu yeni bir devletin hayaliydi.

19 Mayıs, başkaldırının başlangıcıdır. İşgale karşı susmayan, boyun eğmeyen, "ya istiklal ya ölüm" diyebilen bir iradenin tohumlarının atıldığı gündür. Bu yönüyle sadece askeri bir hareketin değil, aynı zamanda toplumsal bir silkinişin de simgesidir. Çünkü Atatürk'ün Samsun'a çıkışı, halkı yalnızca düşmana karşı değil, kendi içine sinmiş çaresizlik duygusuna karşı da örgütlemiştir.

Atatürk'ün bu günü gençliğe armağan etmesi ise boşuna değildir. O, geleceğin taşıyıcısı olarak gençliği görmüştür. Ancak bu gençlikten beklenen yalnızca sporla uğraşmak ya da törenlerde şiir okumak değildir. Asıl görev, 19 Mayıs ruhunu anlamak ve yaşatmaktır. Bu ruh, her koşulda bağımsızlıkta ısrar eden, hiçbir tehdide boyun eğmeyen, ülkenin kaderine sahip çıkmaktan asla vazgeçmeyen bir bilinci temsil eder.

Bugün 19 Mayıs'ı kutlarken, yalnızca bir bayram değil, bir devrimin başlangıç adımı olduğunu hatırlamalıyız. Bu gün, "manda ve himaye kabul edilemez" diyebilen bir liderin halkını örgütlediği, mücadeleye davet ettiği ve zafere yürüdüğü gündür. O ruh, sadece cephede değil, fikirde, kültürde, sanatta ve yaşamın her alanında bağımsız düşünebilmeyi gerektirir.

19 Mayıs bir uyanıştır:

Çünkü o gün, yıllarca savaşlardan yorgun düşmüş, umutları kırılmış, kendi coğrafyasında bile yabancı gibi hissettirilen bir millet, artık kaderini başkalarının tayin etmesine razı olmadığını fark etti. 19 Mayıs, milletin kendi iradesini yeniden keşfettiği, kendi geleceğini başkalarının merhametine bırakamayacağını anladığı gündür. Halk, İstanbul'daki işbirlikçi yönetimden, işgal güçlerinin baskısından ve çaresizlikle örtülmüş suskunluktan silkindi. Samsun'a çıkan bir komutanın arkasında şekillenen o uyanış, kısa sürede tüm Anadolu'ya yayıldı. 19 Mayıs'la birlikte millet, esaretten kurtuluşun kendi elleriyle mümkün olduğunu kavradı; artık ne padişah fermanı bekleniyordu ne de bir başka devletin lütfu… Gerçek kurtuluş, halkın kendi iradesinde saklıydı.

19 Mayıs bir itirazdır:

O gün yükselen ses, sadece bir düşmana karşı değil, çok katmanlı bir teslimiyete karşı bir başkaldırıydı. Bu itiraz, İstanbul'daki hükümetin mandacılığına, halkın içine sinmiş olan yılgınlığa, sus pus edilmiş bir topluma karşı yükselen bir haykırıştı. Artık yalnızca silahlarla değil, fikirlerle de direnmenin zamanının geldiğini gösteren bir gündü. 19 Mayıs, işgale karşı bir direnişin değil, aynı zamanda zihinsel bir isyanın da başlangıcıydı. "Bu ülke başkalarının yönetimine bırakılmaz!" diyen bir irade, "Bu millet asla esir edilemez!" diyen bir yürek vardı artık ortada. Bu itiraz, bütün dünyaya açık bir mesajdı: Türk milleti, kendi vatanında yabancı postallarla yaşamaya razı olmayacaktır.

Ve 19 Mayıs bir meydan okumadır:

Çünkü o gün atılan ilk adım, yalnızca Anadolu'nun dağlarına, ovalarına değil, dünyanın dört bir yanına "Biz buradayız ve teslim olmayacağız" mesajını göndermiştir. 19 Mayıs, ordusu dağılmış, hazinesi boşalmış, halkı yorgun bir milletin bile, inançla ve kararlılıkla nasıl ayağa kalkabileceğini tüm dünyaya göstermiştir. Bu meydan okuma, bir askeri hamle olmanın ötesinde, emperyalizmin karşısında dimdik duran bir onurun, bir halk iradesinin ilanıdır. Savaş sadece cephede değil, fikri düzlemde de verilmiş; millet, kendi varlığını inkâr edenlere karşı topyekûn bir direnişle cevap vermiştir. "Boyunduruk altında yaşamaktansa, onurla ölürüz" diyenlerin günü olmuştur 19 Mayıs. Ve o meydan okuma, Türkiye Cumhuriyeti'nin temellerini atan en büyük cesaretin adıdır.Bugün o günü sadece anmakla yetinmek, yeterli değildir. O günün ruhunu taşımak, yaşatmak ve gelecek kuşaklara aktarmak zorundayız. Çünkü 19 Mayıs sadece geçmişin değil, aynı zamanda geleceğin de tarihidir.

 
Yüksel AKBAYRAK / TERS KÖŞE / diğer yazıları
•Son Başbuğ’un Türklük Vurgusu ve 10 Kasım’ın Anlamı 10 00:00:00.11.2025
•Milli Ekonominin Temeli Tarımdır 05 00:00:00.11.2025
•CUMHURİYET, dik durmanın, adam olmanın adıdır! 29 00:00:00.10.2025
• “İtin Havlamasıyla Çınar Sallanmaz” 22 00:00:00.10.2025
•Orhangazi’de Siyaset: Menfaat mi, Memleket mi? 14 00:00:00.10.2025
•Velhasıl Bursa Sudan Değil, Susuzluktan İbarettir... 07 00:00:00.10.2025
•Hangi Gençlik? Hangi Ekonomi? Hangi Eğitim? 02 00:00:00.10.2025
•FUTBOL SAHADA DEĞİL, MONİTÖR BAŞINDA OYNANIYOR 25 00:00:00.09.2025
•Gaziler Günü’nün Gerçek Manası Üzerine 19 00:00:00.09.2025
•Halkın Gerçek Gündemi Nerede? 17 00:00:00.09.2025
•Bağımsızlık Bir Kimliktir 10 00:00:00.09.2025
•Boş Tencere Siyaseti Yıkar 03 00:00:00.09.2025
• Ağustos Türklüğün Zaferlerle Yoğrulmuş Ayı 29 00:00:00.08.2025
•ORHANGAZİ’DE SPORUN ÇÖKÜŞÜ: 20 00:00:00.08.2025
•Orhangazi: Kaybolan Potansiyelin Hikâyesi 12 00:00:00.08.2025
•Depremi unutan geleceğini gömer! 05 00:00:00.08.2025
•İklim Kanunu Sonrası Orman Yangınları ve Doğa Katliamları: Ülkemizin Vahim Tablosu ve Yasal Mücadeledeki Eksikler 29 00:00:00.07.2025
•Kağan Usta’dan Gençliğe Yatırım, Bekir Aydın’dan Ücretli Tesis! 24 00:00:00.07.2025
•Bir Ahırın Sessizliği 15 00:00:00.07.2025
•“Zulme Boyun Eğmeyenlerin Efendisi: Hz. Hüseyin” 05 00:00:00.07.2025
•Hücrede Doğan Siyasi Cazibe: Ümit Özdağ ve Yeni Neslin Sessiz Haykırışı 02 00:00:00.07.2025
•150 GÜNÜN ARDINDAN ORHANGAZİ 25 00:00:00.06.2025
•“Hedef Türkiye” Gerçeği: Bir Uyarının Gölgesinde 20 Yıl 18 00:00:00.06.2025
•Ekonomik Gerçekler ve Çözüm Arayışları 11 00:00:00.06.2025
•İznik’te Sessiz Ama Derin Bir Değişim 29 00:00:00.05.2025
•ADD Aile Şirketi Değildir, Egoların Gölgesi Hiç Değildir ADD: Açılımı Artık “Aile Dostları Derneği” mi? 21 00:00:00.05.2025
•19 Mayıs bir uyanış, bir itiraz, bir meydan okumadır 18 00:00:00.05.2025
•Sadabat Paktı Krizler İçinde Doğunun Ortak Aklı 13 00:00:00.05.2025
•"Sadece Bir Kişiye Değil, Bir Duruşa Saldırıdır Bu" 05 00:00:00.05.2025
•Hayalden Hakikate 22 00:00:00.04.2025
•TÜRKİYE İÇİN KRİTİK BİR DÖNEMEÇ İKLİM YASASI VE DEVLETİN STRATEJİK KARARLARI 16 00:00:00.04.2025
•Sosyal Devlet, Milli Devlet ve Atatürkçü Duruşun Mirasçısı 14 00:00:00.04.2025
•En yüce değer ADALET 09 00:00:00.04.2025
•İklim Kanunu’na Karşı Çıkmalıyız! 26 00:00:00.03.2025
•OĞUZ TÖRESİ VE ÇANAKKALE - ATATÜRK'SÜZ ZAFER OLMAZ! 18 00:00:00.03.2025
•Bir Milletin Ruhunu Yaşatan Tarihler 12 Mart ve 14 Mart 12 00:00:00.03.2025
•Oğuz Kağan'dan Atatürk'e Uzanan Kutsal Miras Türk Kadını 07 00:00:00.03.2025
•Güçlü Türkiye için: İklim yasasına hayır! 04 00:00:00.03.2025
•AYNI SENARYO, AYNI FİGÜRANLAR 24 00:00:00.01.2024
•CHP ORHANGAZİ’DE NEREYE KOŞUYOR? 12 00:00:00.01.2024
•HAKSIZLIKLARA ve BASKILARA RAĞMEN... 03 00:00:00.01.2024
•CHP’DE AKIL TUTULMASI MI YAŞANIYOR? 27 00:00:00.12.2023
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”

Bir ülkenin gerçek yüzü, sokaklarındaki düzenle, meydanlarındaki bayraklarla değil; en savunmasız insanlarına nasıl davrandığıyla ölçülür. Bugün bu ülkede, Aydın Söke Açık Cezaevi’nde, sessizce tükenen bir hayat var: Öztürk K. Öztürk K. %75 engelli. Talesemi majör hastası, aynı zamanda tip 1 diyabetli. Yani yaşamı boyunca düzenli kan nakline, insüline ve hijyenik ortama ihtiyaç duyan bir insan. Yürüyerek girdiği cezaevinde bugün artık yatalak hale gelmiş durumda. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, yürüyemiyor, elleri titriyor, bilinci kimi zaman gidip geliyor. Ve o hâlâ orada, duvarların arkasında “infaz” adı altında yaşam mücadelesi veriyor. Cezalandırmak, bir toplumu düzen içinde tutmanın aracıdır, denir. Ama insan onurunu korumayan bir ceza, artık adaletin değil, intikamın alanına girer. Bugün Türkiye’de, “hasta mahpuslar” başlığı altında yüzlerce insan, fiilen ölüm cezasına mahkûm edilmiş durumda. Her rapor “cezaevinde kalamaz” dese de, her dilekçe “uygun değildir” gerekçesiyle geri dönüyor. Peki, neye uygun değildir? Bir insanın yaşamasına mı? Bir devletin vicdanına mı? Öztürk K.’nin kardeşi, “Yürüyerek girdi, şimdi nefes bile alamıyor. Kimse duymuyor” diyor. Oysa devlet, her yurttaşının yaşam hakkını korumakla yükümlüdür — suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin. Çünkü yaşam hakkı, hiçbir mahkemenin elinden alamayacağı bir haktır. Cezaevleri, yalnızca demir parmaklıkların ardındaki suçluların değil, dışarıdaki toplumun da aynasıdır. O aynada ne görüyoruz? Gözünü kapatmış bir sistem mi, yoksa el uzatmaya cesaret eden bir toplum mu? Bir devletin adaleti, güçlüye değil, güçsüze gösterdiği şefkatle ölçülür. Öztürk K.’nin durumu bir istisna değil, bir gösterge. Bir ülkenin sağlık sistemi, hukuk düzeni ve vicdanı burada kesişiyor. Ve biz, üçü arasında sıkışmış bir insanın her geçen gün eriyişini izliyoruz. Bu bir siyaset meselesi değil. Bu, insanlık meselesi. Bir insanın yaşamasına yardım etmek, bir partinin, bir ideolojinin, bir grubun meselesi değildir. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Yetkililere sesleniyorum: Adalet Bakanlığı’na, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’ne, İnsan Hakları Kurumları’na… Bu bir “dosya” değil, bir hayat. Ve o hayat, gün be gün elimizden kayıyor. Bir insanın ölüme terk edilmesi, hukukun değil, sessizliğin eseridir. Ve biz sustukça, adalet bir kelimeden ibaret kalır. Bir mahkûmun yatağında öylece çürüyüp gitmesi, hepimize dokunmalı. Çünkü bir gün, adaletin terazisi yeniden kurulacak. O gün geldiğinde, belki de en çok şunu sorgulayacağız: “Biz sustuğumuzda kim ölmüştü?”
logo

   E-posta: bilgi(@)ucuncugozgazetesi.com
Tüm hakları Üçüncü Göz Gazetesi adına saklıdır: ©2019-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir.